Venezuela’nın tek bir kaynağa (petrole) dayalı bir rantiye ekonomisi, Türkiye'nin ise çok sektörlü hizmet ve imalat endüstrisi ekonomisi var. Venezuela’da seçime katılım oranı yüzde 40’tan aşağıya düştü. Türkiye’de ise yüzde 80’in altına hiç düşmüyor.Tüm bunlar birçok Chavezcilerin samimi anlamda sosyal adaletçi, sosyalist devrimci ve bağımsızlıkçı niyetlerini eleştirmek anlamına gelmiyor. Özellikle ilk dönemde yoksullar yararına önemli iyileşmeler sağladıkları bir gerçek. Arkalarında halk iradesi olduğu sürece bunlarda bir sorun yok. Ancak bu amaçlara: demokrasi adına demokratik süreçleri içeriden çökerterek; kurumların içini boşaltarak; liyakatı ortadan kaldırarak; kadrolaşarak; yargıyı siyasallaştırarak; eleştirileri dinlemeyerek; kendi medya ve sivil toplumunu yaratıp ötekileri baskılayarak; “onlarınki yolsuzluk bizimki başka” diyerek; ekonomi ve siyaset bilimlerini yok sayarak; halkın değişen tercihlerine saygı duymayarak yönelirseniz sonuç bu oluyor. VENEZUELA TARZI BİR ÇÖKÜŞÜ TÜRKİYE’DE NE ENGELLİYOR/ENGELLEYEBİLİR? - Venezuela’nın tek bir kaynağa yani petrole dayalı bir rantiye ekonomisi var. Bunun üretimini ele geçiren siyasal güç her şeye hâkim olabiliyor, bu da devleti ele geçirmekten geçiyor. Aynı zamanda dizginlenmesi zor bir yolsuzluk kaynağı. Türkiye ise çok sektörlü bir hizmet ve imalat endüstrisi ekonomisi. - Türkiye’nin demokratik inadı/geleneği ve halkın tükenmeyen umudu. Seçimli otoriter bir rejimin yerleştiğinin en önemli göstergesi seçimlere katılım oranının düşmesidir. Bu halkın sandık yoluyla iktidarın değişebileceğine inanmadığı veya inancını yitirdiğini gösterir. Örneğin son on yıldır Rusya’daki yasama seçimlerinde halkın aşağı yukarı sadece yarısı sandığa gidiyor. Venezuela’da da seçime katılım (muhalefetin boykot etmediği seçimlerde) yüzde 40’lara (boykot ettiklerinde) daha da aşağıya düştü. Türkiye’de ise seçimlere katılım yüzde 80’in altına hiç düşmüyor. Hatta iktidar otoriterleştikçe inadına artıyor. Dolaylı seçim iptallerinde (2019 tekrarlanan İstanbul seçimleri gibi 2015’deki Haziran-Kasım seçimleri de dolaylı seçim iptali olarak değerlendirilebilir) daha da artıyor. - Siyasal partilerin yapısı. Chavez öncesi Venezuela’daki iki ana parti Puntofijismo adı verilen dışlayıcı bir demokratik sistem kurmuşlardı. Bu iki partinin temel işlevi iktidar nimetlerini kendi aralarında dönüşümlü olarak ve geniş halk kesimlerini dışarıda tutarak paylaşmaktı. Türkiye’de ise partiler tüm eksiklerine, patronaj ilişkilerine, popülist söylemlerine ve liderlerin domine ettiği yapılarına (ki aslında bu da yanıltıcı, çünkü yerel örgütler ve siyasetçiler de AKP ve kısmen HDP dışındaki partiler içinde oldukça güçlü) rağmen hep yeni toplumsal kesimlerini toplumun çeperlerinden merkeze ve sistem içine taşıyan yapılar olarak görev gördüler. - Devlet yapısı ve geleneği: Chavez öncesi Venezuela devleti de – eğer orduyu dışarıda tutarsak -- büyük ölçüde bir parti(ler) devletiydi. Puntofijismo sisteminden bağımsız bir devlet aygıtından söz etmek zordu. Chavezciler orduyu da (darbe girişimleri sonrası) kadrolaştırarak kısmen de olsa kendi parti ordularına dönüştürdü. Türkiye’de ise Cumhuriyetin Osmanlı devleti üzerine bina ettiği oldukça köklü ve otonom bir devlet geleneği var. Uzun süre seçilmiş siyasetçilere hatta topluma karşı hareket etmekle, demokratikleşme önünde engel olmakla suçlandı. Siyasi partilerin yapısıyla da bağlantılı olarak, kişi veya parti yararına değil kamu yararına çalışma normu oldukça güçlü. AKP dönemindeki kişisel (parimonyal) devlet ve parti devleti politikalarının çok ciddi hasar yarattığından kuşku yok; Türkiye son yıllarda “devlet kapasitesi” skoru en çok düşen ülkeler arasında. Ancak devlet gelenekleri bu kadar kısa sürede dönüşmezler. Örneğin Sayıştay’ın nasıl olup da hâlâ yolsuzlukları belgeleyebildiği üzerine bir doktora tezi yazılabilir. - Programda birleşme. Venezuela’da muhalefet 2009 sonrası seçim ve referandumlarda “Demokratik Birlik Koalisyonu” adı altında işbirliği yapmayı başardı. Ama bu ortaklık Chavezci iktidara karşıtlığın ötesine geçemedi. Bir değişim ve iyileştirilmiş bir demokratik sistem inşa programı oluşturamadı. Türkiye’de ise muhalefetin 2018 sonrası, “iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş parlamenter sistem”de ve başka programatik konularda uzlaşarak önemli yol aldığı söylenebilir. - Boykot hastalığı. Venezuela’da muhalefetin 1999’dan beri iki yaşamsal hata yaptığı söylenebilir. Birincisi askeri (örn. 2002) ve dış müdahalelere (örn. 2019) destek. İkincisiyse seçimleri boykot hastalığı. 1999 ve 2017 referandumlarıyla 2005, 2018 ve 2020 seçimlerini, çoğu haklı otoriterlik eleştirileriyle boykot etti. Ama boykot kurumları otoriterliğe teslim etmekten ve muhalefete olan güveni daha da azaltmaktan başka işe yaramadı. Muhalefet boykot etmediği 2017 referandumundaysa nadir zaferlerinden birini kazandı. Türkiye’deyse muhalefet şu ana kadar bu yola teslim olmadı ve seçimlere asılmaktan vazgeçmedi. - Bölünmüşlük. Boykot talepleri aynı zamanda hem muhalefet partilerini bölen hem de (boykot isteyen) sivil toplumla partiler arasında kopukluk yaratan bir işlev gördü. Türkiye’de de hem boykot talepleri hem de sivil toplumla siyasal partiler arasında güvensizlikler söz konusu. Ama yine de seçimler ve referandumlar öncesinde bir araya gelebilen ve otorierleşmeye siper olan güçlü bir sinerji var. Devam edeceğiz.
Türkiye Venezuela olabilir mi?
Politikyol
Venezuela'da 2016’dan beri kişi başına gelir yarıya düştü. Ülkenin parası bolivar pula döndü. Enflasyon yüzde 1000'i aştı. Kamu hizmetleri ve asayiş çöktü. Varlıklılar, eğitimliler ülkeyi terk ediyor. Meclis yetkisizleştirildi. Birçok muhalefet lideri hapiste.
Baştan söyleyeyim. Türkiye’nin “Venezuela olacağını” yani ekonomide ve sosyal düzende Venezuela’nın son on yılda yaşadığı gibi bir çökme ve çözülme yaşayacağını hiç düşünmedim ve düşünmüyorum. Türkiye’de iktidarın Venezuela’daki kadar demokrasiyi ve seçimlere dayalı halk iradesini reddedeceği kanaatinde de değilim. Çünkü aşağıda ayrıntılandıracağım üzere Türkiye farklı bir ülke. Bunu en baştan vurgulamak, iç kamuoyu kadar yurt dışı kamuoyu açısından da çok mühim.
Ancak benzerlikler ve alınacak dersler de oldukça fazla. Türkiye ve Venezuela’daki otoriter yönetim mantıkları arasında büyük benzerlikler var. En başta “ne pahasına olursa olsun” iktidarda kalma hırsı olmak üzere.
Cumhur İttifakı’nın desteklediği Cumhurbaşkanlığı hükümetinin son dönem aldığı birçok karar kamu yararı açısından bakılırsa tamamen akıl-dışı. Halkın büyük çoğunluğunun zararına. Ama belli bir otoriter rejim mantığına da (yoksullaşmış ve bitkin bir toplumda otoriter iktidar konsolidasyonunun kolaylaşması) aykırı değiller.
Türkiye’de Venezuela’daki kadar keskin bir çöküşün neden olası olmadığını anlamak ve anlatmak: Venezuela yönünde daha da fazla ilerlememek, doğru adımları atıp yanlış adımlardan sakınmak, ve demokrasi ve kalkınma yoluna dönebilmek için çok önemli olabilir.
VENEZUELA’DAKİ ÇÖKÜŞ
Venezuela’yı 1998’den beri Chávezci iktidarlar ittifaklarla yönetiyor. Aynen AKP gibi Hugo Chávez ve partisi PSUV (Venezuela Birleşmiş Sosyalist Partisi) de siyasal ve ekonomik düzenin çarpıklıklarını düzeltmek vaadiyle ve geniş halk desteğiyle seçilerek iktidara gelmişti. Vaatleri çok benzerdi: yoksulluk, yolsuzluk ve (bizdeki “yasakların” karşılığı) siyasal sistemin çürümüşlüğüyle mücadele.
Ancak Venezuela, özellikle son yıllarda tam bir siyasal ve ekonomik iflas ve çıkmaz yaşıyor.
2016’dan beri kişi başına milli gelir (satın alma gücüne göre) yarı yarıya düştü. Chavezcilerin ilk on yılında yüzde 14 yükselen “insani kalkınma skoru” son beş yılda yüzde sekiz geriye gitti. Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip olan ülkenin parası “bolivar”ın değeri pula döndü; 2010’ların başında yüzde 20-40 arasında seyreden enflasyon sonra kontrolden çıktı. İnsanlar 2018’de yüzde yüz bin ila bir milyon arasında rakamlarla ifade edilen (ve ülkemizde de endişe edilen) hiperenflasyon altında eziliyorlar.
Kamu hizmetleri ve asayiş büyük ölçüde çökmüş durumda. Önce görece varlıklı ve eğitimliler ülkeyi terk etmeye başladı. Sonra onları yoksullar ve eğitimsizler izledi. Son on yıılda nüfusun en az yüzde 13’ünün (aşağı yukarı 5 milyon insan) ülkeyi kalıcı olarak olarak terk ettiği, birçoğunun da mülteci olduğu tahmin ediliyor.
Bu gelişmelerin arkasında 1998’den beri kademeli olarak gerçekleşen otoriterleşme yatıyor. Muhalefetin erken dönemlerde başvurduğu demokrasi dışı yöntemlerin demokrasi erozyonunda payı olduğu açıkça görülüyor. Ancak bu Chavezcilerin antidemokratik politikalarını meşrulaştırmıyor; iki yanlış bir doğru etmez. Eğer Chavezciler sadece “kendilerini savunuyor” olsaydı, iktidarları sağlamlaştıkça daha kapsayıcı, eleştirilere kulak veren ve demokratik hareket etmesi beklenirdi. Oysa tam tersinin olduğunu görüyoruz. İktidarı sağlamlaştıkça daha tek taraflı, kayırmacı ve “dediğim dedik” politikalar uyguladığını, bu politikaların sonucu olarak ekonomi kötüleşip de halk desteği azalınca da demokrasiyi iyice göz ardı eden baskıcı hamleler yaptığını.
Gelinen noktada çoğu muhalefet partisi lideri hapiste (tabii hepsine bir takım suçlar isnat edilerek). 2010 yılında Chavez üçte iki meclis çoğunluğunu kaybedince, yeni meclisi daha göreve başlamadan yetkisizleştirmiş ve ülkeyi 18 ay kararnamelerle yönetme hakkını almıştı. Halefi Maduro ise 2017’de mutlak meclis çoğunluğunu kaybedince, önce partizanlaştırdığı AYM’yi devreye sokmaya çalıştı. Başaramayınca da kendi kontrolünde paralel bir meclis oluşturdu, kaybettiği meclisin yetkilerini ona devretti.
Yorumlar