Mithat Sancar geçenlerde katıldığı bir programda “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetle diyaloğa hazırız, Millet İttifakı’na girme talebimiz yok” dedi. Talebimiz yok. Derin bir kanyonda sürekli yankılanan bir çığlık gibi çınlayıp durdu kulaklarımda bu iki kelime. Çok utandım, çok üzüldüm. Türkiye’yi sırtlamak yine HDP’ye kaldı, diye geçirdim içimden. Ne büyük trajedi Türk milliyetçileri için. Ülkeyi bölmekle itham ettikleri parti 2019’da toplumun duygusal olarak bölünmesinin önüne dağ gibi dikilerek geçit vermezken, aradan uzun bir zaman geçmeden bir kez daha iş başa düşüyordu. Türkiye maalesef ergenliğini aşamayan, konfor düşkünü siyasi partilerle dolu. HDP ise onlardan farklı olarak sürekli taşlanmasına, ötekileştirilmesine rağmen çok daha olgun ve vakur bir duruş sergiliyor. İnsan bunun sebebini merak ediyor. Acaba sebep devlet babası tarafından hiçbir zaman şımartılmaması, hatta bırakın şımartılmayı üvey evlat muamelesi görüp, şiddetin her türlüsüne maruz kalması olabilir mi? Gördükleri bu kesif şiddete rağmen hâlâ itidali muhafaza etmeleri, radikalleşmemeleri bizler için ne büyük şans. Zira aile içi şiddetin böylesine maruz kalmalarına rağmen hâlâ ailelerinden, yani bizden vazgeçmiş değiller. Peki biz onlara, yani Kürtlerin haklarına ve hukuklarına sahip çıkabiliyor muyuz? İttifak tartışmalarında HDP’nin buna ihtiyacı varmış gibi bir hava estiriliyor. Bu, kibrimizin yarattığı büyük bir yanılsama. HDP’nin ittifaklara ihtiyacı yok lakin Kürtlerin onların iradesine sahip çıkmamıza, uğradıkları zulme ve adaletsizliğe ses çıkarmamıza ihtiyacı var. Daha da önemlisi, Kürtlerin buna olan ihtiyacı Türkiye’nin ve muhalefetin bu tavrı koymaya olan ihtiyacından daha fazla değil. Kürt siyasal hareketi otuz yılı aşkındır şiddetin ve acının her türlüsünü yaşıyor. Maalesef bu onlar için hayatın rutini haline gelmiş vaziyette. Onların yarası olan bu hal, geriye kalanların utancı. Kürt evlerinden çıkan cenazelerden biri törenle defnedilirken diğeri gizli saklı gömüldü. Ölümde dahi eşitlenemedi Kürtler. Utancımızın farkına varıp acıyı, ağrıyı ve sızıyı paylaşmadan da hakiki bir siyasi dönüşüm ya da değişim hayal edemeyeceğiz. Hikâyeye çok uzaktan bakıyor, sorunun kaynağını göremiyoruz. Oysa adım adım yaklaştığımızda, “Kürt sorunu” diye kodladığımız yumağın başlıca aktörünün biz Türkler olduğunu fark edeceğiz. Belki de bu yüzden yaklaş(a)mıyoruz, elimiz yanar diye korkuyoruz. Oysa ki korkmayı bırakıp yaklaştığımızda çareyi göreceğiz. Devletin bekası ve milletin birlikteliği adına HDP ile değil belki de kendimizle savaşmamız gerekiyor. Daha çok aynaya bakmamız, Kürtlerle daha çok empati yapmamız ve sorunun meydana çıkardığı semptomları daha yakından izlememiz lazım. Tabii bu boş vermekten ve sorunu devlete ihale etmekten de vazgeçmek anlamına geliyor. Cesareti ile nam salmış bir milletin tarihin hiçbir döneminde bu derece ürkek hareket ettiği görülmemiştir. Bu sebeple işe bizi bu ürkekliğe teşvik eden siyasete prim vermemekle başlayabiliriz. Bir kere başladık mı da Kürt sorununun silahla değil demokrasi ile çözülebileceğini fark edeceğiz. Bu da doğrudan diyalog kurmak ve temas etmek demek. Acıları görmek, çığlıkları duymak ve anlamaya cesaret etmek. Göreceğiz ki kurşunu atan da kurşunu yiyen de biziz. Bizi bize kırdırıyorlar ve sonra cesetlerimiz üzerinden hamaset devşirip, cenazelerimizde timsah göz yaşları döküyorlar. Anlayacağız ki, bize bu kötülüğü edenler bizzat bölücülüğün bayraktarları. Hamasetin ve şovenizmin kuru romantizmine yenildiğimiz yetmez mi? Artık yeni şeyler söylemenin zamanı gelmedi mi? Ezberleri bozmanın, dayatılmış çemberleri kırmanın ve boğazlarımıza yapışmış elleri çekip doya doya nefes almanın vakti gelmedi mi? Tarihi günlerin eşiğindeyiz. Muhalefet liderleri kapımızı çalan hayali, umudu içeriye buyur edebilmeli. Geçmişin papağanlığını bırakıp geleceği hep birlikte konuşabilmeliler. Umutsuzluğa yer yok. Hayatı dolu dolu yaşamaya, demokrasiye, adalete ve refaha hiç olmadığımız kadar yakınız. Bu dur durak bilmez kötülük ne kadar çabalarsa çabalasın barışa ve demokrasiye gebe. Yeter ki cesaret ve dayanışma ile hareket edebilelim. Bir kısır döngü içinde, bir asırdır aynı güne uyanarak yaşadığımız bu distopya sona yaklaştı. Hikâye Küplüce Yokuşu’nda düğümlendi. HDP Erdoğan tarafından Akşener’e yöneltilen yakışıksız ve tehdit dolu sözleri üzerine alındı. Peki Akşener HDP’ye ve Kürtlere yapılan zulmü üzerine alınabilecek mi? Bu olsa Türkiye’de iklim değişmez mi? En uzun kışımızın ardından ilk cemre düşmüş olmaz mı? Hava bir anda umuda kesmez mi? Sonra içtiğimiz suya, bastığımız toprağa düşmez mi cemre? Hep beraber kutlanmaz mı newroz ve gelmez mi asırlardır beklediğimiz bahar? Kimseye minnet eylemiyoruz. Beklenen bahar er ya da geç gelecek, şüphe yok. Bizler sadece geçmişten gelen seslerin de içinde olduğu bir koro ile şarkı söylemek istiyoruz. Hepsi bu.