Hep beraber gelişen bir Türkiye’yi konuşmalıyız. Bitlis ile İstanbul, Muş ile İzmir arasında gelişmişlik farkının kalmadığı bir Türkiye hayalini şartlar ne olursa olsun talep etmek durumundayız. Bunun için Türkiye kalkınmak zorunda. Küreselleşme süreci geride kaldı. Küreselleşme sürecinin geride kalması, ülkeler arası işbirliklerinin sona erdiğini, küresel ticaretin bittiğini anlatmıyor. İşbirliklerinin ve ticaretin düzeyi zaman içinde dalgalanabiliyor.1980’lerde başlayan bir süreç belli bir aşamaya geldikten sonra nitelik değiştirdi. Başka yeni süreçler çalışmaya başladı. Eski kapitalistler, küreselleşme sürecinde Çin’i çok önemli bir noktada konumlandırdılar. Tedarik zincirlerinde Çin’e büyük ölçüde yaslandılar. Çin için de son derece avantajlı olan bu durum, Çin’in büyük bir orta sınıf yaratmasını sağladı. Eski kapitalistler de, Çin de süreçten beraberce faydalandılar. Bugün, küreselleşme sürecinin tek kutuplu dünyası bitti. Çin, sürecin hakim ideolojisine bir ölçüde zıt bir anlayışla eski kapitalistlerin karşısına dikildi. Bir tarafta, demokrasiye ve özgürlüklere dayandığı iddiasındaki kapitalist bir model, diğer yanda otokratik bir düzen içinde bir başka kapitalist model yer alıyor. Küreselleşme, bazı sorunları beraberinde getirdi. Sorunların nedeni, tek başına küreselleşme değil, nitelikleri. Kovid-19 krizinin yarattığı olağan dışı dalgalanmaları bir kenara koyarsak, ekonomiler kendi dinamikleri içinde düşük büyüme ve yüksek borçluluk eksenine girdi. Büyüme, önemli ölçüde finans eksenli hale geldi. Bu gelişme, merkez bankalarının olağanüstü aktif olmalarına yol açtı. Sürecin bazı önemli sonuçları, gelir eşitsizliği, teknoloji şirketleri başta olmak üzere çok uluslu şirketlerin ekonomilerini domine eder hale gelmesi ve küresel tedarik zincirlerinin yaygınlaşması oldu. Ancak Kovid-19, tedarik zincirlerinde Çin’de fazla yoğunlaşıldığının fark edilmesini sağladı.
Türkiye, küreselleşme sürecini kısa vadeli sermaye girişleriyle geçirdi. Kendisini yeniden yapılandırmadı. 2000’lerin ilk 10 yılında sağladığı büyüme ve refah artışı kısa ömürlü oldu. Tercih edilen model kalkınma odaklı değildi.
Türkiye, küreselleşme sürecini kısa vadeli sermaye girişlerinin sağladığı büyüme ile geçirdi. Kendisini yeniden yapılandırmadı. Geliştirilmeye muhtaç yapısını da dağıttı. 2000’lerin ilk 10 yılında sağladığı büyüme ve refah artışı kısa ömürlü oldu. Tercih edilen model kalkınma odaklı değildi. 2020 sonu itibarıyla Türkiye, kişisel gelirin tarihinde ilk kez 7 yıl üst üste düştüğü bir ülke durumuna geldi. Kalkınma, bugünün Türkiye’sinde çok lüks bir konu başlığı olarak algılanabilir. Ancak, özgürlükleri, adaleti, fırsat eşitliğini, hep beraber gelişen, kalkınan bir Türkiye’yi konuşmak zorundayız. Bitlis ile İstanbul, Muş ile İzmir arasında gelişmişlik farkının kalmadığı bir Türkiye hayalini şartlar ne olursa olsun talep etmek durumundayız. Bunun için Türkiye kalkınmak zorunda. Bir ekonomi, kısa vadede çok yüksek büyüme oranları yakalayabilir. Kalkınma, uzun vadeli planlar gerektiren bir süreçtir. Büyüme, kalkınma için ekonomik kaynak sunar. Kalkınma, siyasi bir irade ve siyasi iradenin liderlik yaptığı toplumsal bir uzlaşıyı gerekli kılar. Toplumsal ayrışmaların bu kadar derinleştiği bir Türkiye’de bu uzlaşı nasıl sağlanır? Bugün, Türkiye’de hangi siyasi parti kalkınmayı konuşuyor ve kalkınmanın gerekliliğini halka anlatıyor? KALKINMA BİR SONUÇ DEĞİL SÜREÇTİR Kalkınmaya odaklı bir “kültür” büyümenin “sürdürülebilirliğini” sağlayabilir. Kalkınma, sonu olan bir süreç değildir. Kendisinin sürdürülebilirliğe ihtiyacı vardır. Sürekli olarak gelişmenin yollarını arayan kişilerin ve kurumların oluşturduğu bir “kültürün” varlığını gerektirir. Bu “kültür”, bilime odaklı bir felsefeye sahip temel eğitim anlayışından geçer. Bugün, gelişmekte olan ülkelerin önemli bir sorunu, yoğun olarak gelişmiş ekonomilerin politikalarının etki alanında kalmalarıdır. Ekonomi politikası tercihlerinde alanları son derece dardır. Gelişmişlik düzeyini yukarı çıkarmak, yeni küresel denge değişimlerinde ekonomi politikası tercihleri alanını genişletmek anlamını taşır.Bunun yolu kalkınmadır. Çok daha önemlisi, kalkınmayı bir “kültür” olarak özümsemektir. Bu kültür, temel eğitimin gücüyle yaratılabilir. Birkaç yıl değil, birkaç on yılda sonuç verir. Temel eğitim, bugünün ekonomik düzenine değil, tüm düzenlere ayak uydurabilecek düşünme ve öğrenme yeteneğine sahip bireyler yetiştirmeye odaklanmalıdır. Yakın tarih dahi gösteriyor ki, kalıcı olacağı düşünülen ekonomik düzenler yok olabiliyor ya da köklü nitelik değişimlerine uğrayabiliyor. Bugünün 40 yaş üzerindeki bireyleri bu köklü değişimleri gözlemleme fırsatı bulabildiler. Türkiye gibi siyasi ve ekonomik açıdan dünyanın en önemli noktalarından birinde yer alan bir ülkenin çok yönlü düşünebilen ve her değişime uyum sağlayabilecek yüksek öğrenme yeteneğine sahip insan gücüne ihtiyacı vardır. Her sınıftan ve bölgeden insanın eğitime ulaşmada eşit koşullara sahip olması, ülkenin insan kaynağını en verimli şekilde kullanabilmesinin yollarından biridir. Kalkınma, içinde ekonomik büyümenin sürdürülebilir olması koşuluyla var olduğu çok kapsamlı bir alanı ifade eder. İçinde, nitelikleriyle sanayileşme, dış ticaret, milli gelir, eğitim, sağlık, kültür, kurumsal yönetim, sermaye oluşumu, para ve maliye politikaları, siyaset, insan kaynağı kalitesi, tarım, bilim, demokrasi, çocuk işçi sorununun engellenmesi, sanat, endüstriyel ilişkiler, demografi, çevre, sosyal adalet, kadın ve erkek eşitliği ve istihdamı gibi çok yönlü konular vardır. Kurumların amaçlarına uygun olarak faaliyet göstermeleri, amaçlarına uygun insan kaynağına çalışma olanağı sunabilmeleri, hesap verebilir olmaları, denetlenmeleri kalkınmanın kurumsal zeminini oluşturur. Temel eğitimin felsefesi ve nitelikleri, toplumun üniversite düzeyinde araştırma, bilimsel sonuç üretme, bu sonuçları topluma faydalı projelere dönüştürebilme reflekslerini güçlendirmelidir. Temel eğitim, her iktidarın ve hatta aynı iktidarın üzerinde defalarca oynayabileceği bir alan olmamalıdır. Siyasi rantın bir parçası asla olmamalıdır. İyi eğitim almış işgücü, iyi işçiler de, iyi mühendisler de üretecektir. Teknolojinin yaratılması ya da yaratılamıyorsa da doğru uygulanması, verim sağlaması, eğitimsiz bir işçinin ve/veya mühendisin ellerinde nasıl mümkün olabilir? Kalkınmanın her alanında hukuk vardır. Hukuk, özgürlük ve adalet sunmadıkça fikir üretimini durdurur. Fikirlerin bazılarının suç olarak görüldüğü, bazılarının ise takdir gördüğü bir toplumsal kültür kendisini nasıl geliştirebilir? Fikir üretiminin durduğu yerde, sanayi ve tarım nasıl gelişebilir?
Toplumun kalkınmaya isteği ve niyeti var mı? Kalkınmanın kendi çıkarları için kaçınılmaz olduğunu biliyor mu? Kalkınmanın yolunun kısa vadede belli fedakarlıklar gerektirdiğini topluma anlatacak siyasi irade ve cesaret var mı?
Türkiye, temel eğitimde sorgulamanın yerine dogmaların yerleştiği, hukukta adaletin ve özgürlüğün geri gittiği, kısa vadeli büyüme için kalkınmanın feda edildiği, üniversitelerinde araştırmanın zayıfladığı, kamuda ve özel kesimde denetim mekanizmalarının zayıfladığı ya da anlamsızlaştığı, kurumların topluma faydasının azaldığı bir ülkeye dönüştü. Buradan çıkılabilir mi? Evet ama güçlü bir siyasi iradenin liderliğinde uzun bir sürede. Toplumun kalkınmaya isteği ve niyeti var mı? Kalkınmanın kendi çıkarları için kaçınılmaz olduğunu biliyor mu? Kalkınmanın yolunun kısa vadede belli fedakarlıklar gerektirdiğini topluma anlatacak siyasi irade ve cesaret var mı? Bugünün olası hızlı büyümelerinin ilerleyen dönemlerde kişisel gelirde düşüş olduğunu ve olacağını anlatan ve bunu anlayan var mı? Bugünün geçim sıkıntılarının nedeni olan enflasyonun neden ve nasıl oluştuğu toplum tarafından biliniyor mu? Kısa vadede yüksek büyüme mi, kalkınma mı? Toplumsal tercihler, özgürce konuşarak, tartışarak oluşuyor. Demokrasi de, kalkınma da lüks değil, su gibi ihtiyaçlar.