Bugünkü sıkıntıların arka planında 90’lardaki yanlışlar yatmaktadır. Çözümün tek adresi hukukun üstünlüğü ve demokrasidir. İşte Politikyol’da yazacağım yazılar hep bu minvalde olacak. Demokrasi dışında hiçbir görüşün militanlığını yapmayacağım. Türkiye, 20 yıl süren olağanüstü bir maceranın giderek finaline yaklaştığı bir ülke görünümünde. Bu iktidarın geçmişte yarattığı yıkımı düşünerek ya da orada takılıp kalarak kaybedecek vaktimiz yok. Elbette bu beceriksiz yönetimi demokratik yollarla gönderme üzerine kafa yoracağız ancak bu yönetim şayet giderse (ki muhtemelen gidecek) muhalefetin ve hepimizin ilk yapması gereken şey, bu süreçten ders çıkarmak olmalı. Halk ve muhalefet olarak biz ne yanlışlar yaptık da bu kadar iş bilmez, laftan anlamaz, otoriter, muhteris bir yönetimi yirmi yıl boyunca halk nasıl işbaşında tuttu ve muhalefet onun iktidarda kalmasına istemeden de olsa nasıl yardım etti? Türkiye’nin kayıp yirmi yılının hesabını kim verecek? Dile kolay yirmi yıl. Bu süreçte çok usta ve yetenekli kadrolara dahi gerek yoktu. Kasıtlı bir müdahale yapmadığı takdirde Türkiye kendi kendine kalkınır, dünyada hak ettiği yeri alırdı. Dikkat edilirse Türkiye, karanlık 90’lı yıllardaki beceriksiz yönetimler, mafyatik yapılanmaların devlet içine sızdığı, dolar kurunun anormal artışlar kaydettiği süreçlerde bile ağır aksak ilerleme kaydediyor, her türlü görüş gerek medya üzerinden gerek farklı yollarla kendini ifade edebiliyordu. Demokratik süreçler hiçbir zaman AKP’nin ikinci dönemindeki gibi kesintiye uğramamış, insan hakları bu denli ihlal edilmemişti. Ancak yine de o dönemi aklamaya varan ifadeler kurmamalı muhalefet. Her şey bir yana bugün çektiğimiz sıkıntıların arka planında 90’lı yıllarda ve öncesinde yapılan yanlışların yattığının ayırdına varmak çok önemli. Devletin mafyacılık oynadığı ve illegal yapılarla iş tuttuğu, her şeyden önemlisi FETÖ yapılanmasının devlet içinde kendine daha güçlü yer bulduğu yıllar oldu 90’lı yıllar. İslam’ı referans almakla birlikte demokratik ideallere bağlı kalma taahhüdü veren ve şiddetle arasına aşılmaz mesafeler koyan bir partinin iktidara gelmesine asla izin verilmeyeceği, dindarların sivil ve kamusal alandaki faaliyetlerine yasak konduğu, askeri vesayetin iyiden iyiye demokratik süreçleri ihlal ettiği yıllardı 90’lı yıllar. İşte bu dönemdir ki, Recep Tayyip Erdoğan gibi aslında hayatı boyunca hiçbir zaman devletin gadrine uğramamış bir ismin kendisini mağdur ilan etmesini sağladı, dindar ve muhafazakâr kitleler de onun şahsında kendi mağduriyetlerini gördüler. Halbuki bu ülkede tek mağdur edilen dindarlar değildi, Alevisiyle sünnisiyle, sağcısı solcusuyla, Kürdüyle Türküyle toplumun her kesimi duruma göre mağdur edilmişti. (Kürtlerin yıllar boyu en büyük ve kesintisiz mağduriyet yaşayan kesim olduğunu burada söylemeden edemeyeceğim, çünkü İttihatçı ideolojinin değişmez muhalifi onlar oldu) Türkiye’de öyle görünüyor ki devlet, karanlık doksanlı yılların ardından iki binli yıllardan itibaren kendisini aklamaya ve geçmişin yükünü üzerinden atmasına katkı sağlayacak bir siyasi hareketin ülkeyi yönetmesini arzu ediyordu. Ya da Refah ve Fazilet geleneğinden kopan AKP’nin yepyeni bir söylem ve imajla ortaya çıkması, devlet bürokrasisini AKP ile çalışmaya ikna etmiş olabilir. Her ne olmuşsa olmuş artık. Dolayısıyla bunca yaşananlardan sonra muhalefet, 90’lı yıllarda birilerinin yaptığı hatayı tekrarlamamalı, yaşananlardan ders çıkarmalı. Peki çözüm ne? Aslında çözümü söylemeye bile gerek yok ama biz yine de malumu ilam kabilinden söyleyelim, çözümün tek adresi hukukun üstünlüğü ve demokrasidir. Bunun dışındaki unsurlar, efendim laiklikmiş, bağımsızlıkmış, halkçılıkmış bunların tamamı yan unsurlardır ve hiç biri bireylerin kimseden korkmadan rahatça konuşacağı bir ortamı yaratarak kendimizi özgür hissettirmek kadar önemli değildir. Adalet, eşitlik ve özgürlük temelinde yükselen demokrasi bir lüks değil, bu ülkenin hak ettiği bir yönetim şeklidir. İşte bundan sonra Politikyol’da yazacağım yazılar hep bu minvalde olacak. Size demokrasi dışında hiçbir görüşün militanlığını yapmayacağımı, adalet, eşitlik ve özgürlük dışında hiçbir ilkenin beni yolumdan ayırmasına izin vermeyeceğimi okuyucularıma taahhüt edebilirim. Gerek Orta Doğu ile ilgili analizlerimde (ihtisas alanım Orta Doğu olmakla birlikte yer yer iç politikaya ilişkin yazılar da yazacağım) gerekse farklı alanlardaki yaklaşımımda bir görüşe kör bir taassup ve fanatizmle bağlı kalmayacağımı, elimden geldiğince hakkı ve adaleti üstün tutmaya çalışacağımı söylemek isterim. Elbette sürç-i lisanlarımız olacak, istemeden de olsa yukarıda bahsettiğim yanlışlara belki bazen düşeceğim ama bile bile bu yanlışlarda ısrar etmemeye çalışacağımı da buradan ifade etmek isterim. Yazar arkadaşlarımın ve okuyucuların ‘Hoş geldin İslam’ dediğini duyar gibiyim. Ben de “hoş bulduk” diyorum. Aydınlık, özgür ve eşit bir ülkede en güzel günler sizin olsun.