Resmi olarak açıklanan bu rakamlar kamuoyunu çok fazla tatmin etmemiş olsa da bu haliyle bile ülkemizde çok ciddi bir enflasyonist sürecin devam ettiğine işaret etmektedir.
TÜİK, 3 Kasım 2021 tarihinde açıkladığı ekim ayı enflasyon rakamlarıyla tüm kamuoyunu yine hayrete düşürdü.
İstanbul Ticaret Odası’nın
İstanbul Geçinme Endeksi ve iktidarın kontrolündeki
Anadolu Ajansı’nın her ay yaptığı
Enflasyon Beklenti Anketi sonuçları ve daha nice beklenti anketleri, Ekim ayı enflasyonunun yüzde 20’nin üzerinde gerçekleşebileceğine işaret etmekteydi. Oysa 3 Kasım sabahı TÜİK, TÜFE’deki enflasyon oranını yüzde 19,89 olarak açıklayıverdi. Tabii ki ardından her zamanki spekülasyonlar ve tartışmalar da başladı.
TÜİK’e göre eylülden ekime bir aylık sürede, TÜFE’deki artış yüzde 2,39 olarak gerçekleşmiş. Ancak asıl önemli gelişme yine ÜFE’de görülmekte. Eylül’de yüzde 43,96 olan on iki aylık ÜFE enflasyonu Ekim ayında yüzde 46,31’e yükselmiş. Bu, aylık yüzde 5,24’e karşılık gelmektedir.
Resmi olarak açıklanan bu rakamlar kamuoyunu çok fazla tatmin etmemiş olsa da bu haliyle bile ülkemizde çok ciddi bir enflasyonist sürecin devam ettiğine işaret etmektedir. Özellikle faizleri düşürerek, enflasyonu kontrol etmeye çalışan merkez bankamızın politika faizlerinde en son gerçekleştirdiği 200 puanlık indirimin de en azından ekim ayında işe yaramamış olduğu görülmektedir.
İktidarın enflasyon rakamlarına bir müdahalesinin olup olmadığını bilmek zor. Ancak üç yıldan fazla bir zamandır tartışmalara neden olan TÜİK’in enflasyon rakamlarına bakıldığında, enflasyonla mücadelenin nasıl yapılması gerektiği alanlara ışık tutacak bir iki hususa dikkat çekmek yararlı olacaktır.
Öncelikle bu enflasyon rakamlarından da anlaşılacağı gibi, ülkemizdeki enflasyonla mücadele sadece Merkez Bankası’nın meselesi değildir ve tek başına para politikası ile enflasyonla mücadele edilemez. Son zamanlardaki kur geçişkenliği ve yurtdışındaki arz şoklarının fiyatlara yansıması düşünüldüğünde, ülkemizdeki ekonomik yapımızın oluşturduğu kısıtların bugün yaşadığımız enflasyonist süreçte önemli olduğunu görüyoruz. Bunlara ek olarak enflasyonun önemli belirleyicilerinden olan
geleceğe yönelik beklentilerin de bu süreçte oynadığı belirleyici rolü göz önüne alarak beklentileri iyileştirecek tarzda ekonomi yönetiminde değişime duyulan ihtiyaç, bu mücadeleyi para politikasının sınırlarının dışına taşımaktadır.
ÜFE İLE TÜFE ARASINDAKİ FARK AÇILIYOR
Açıklanan enflasyon verilerindeki en çarpıcı nokta, ÜFE ile TÜFE arasındaki makasın giderek açılıyor olmasıdır. Buna göre Ekim ayında iki endeks arasındaki fark 26,42 puana çıkmıştır. Bu çok açık biçimde üretici kesimlerin maruz kaldıkları enflasyonun tüketicilerden çok daha fazla olduğunun bir göstergesidir. Yine TÜİK’e göre,
enerji fiyatlarında Ekim ayında görülen yıllık enflasyon yüzde 72,63,
elektrik-gaz ve buhar gibi girdilerde ise yüzde 53,37 olarak gerçekleşmiştir.
Ara mallarda ise bu oran yüzde 53,2’dir. Bu artış oranları girdi maliyetlerinde yaşanan yüksek oranlı artışlara işaret etmektedir.
Dahası ÜFE ile TÜFE arasındaki makasın açılması da çok uzun zamandır üretici kesimlerin bu artışları tüketicilere yansıtamadığını göstermektedir. Gerek idari baskılarla gerekse yeterli talebin oluşmaması, bu maliyet artışlarının yol açtığı finansal yükün üretici firmalar tarafından yüklenilmesini zaruri kılmaktadır. Ancak ülkemizdeki işletme özelliklerini düşündüğümüzde, genelde düşük sermaye kullanımının yaygın olduğu ve bu nedenle ortaya çıkan mali yükün çok uzun süre yüklenilmesinin mümkün olmadığı kolayca tahmin edilebilir.
Dahası ÜFE ile TÜFE arasındaki makasın açılması da çok uzun zamandır üretici kesimlerin bu artışları tüketicilere yansıtamadığını göstermektedir.
Çalışma sermayesi düşük olan Türk firmalarında, bu düzeydeki maliyet artışlarının çalışma sermayesini azaltıcı etkisi olması da kaçınılmazdır.
Uzun süre devam etmesi muhtemel bu durumun ülkemizdeki firmaları ciddi bir sermaye yetersizliği ile karşı karşıya bırakması mümkündür. Özellikle borçlanma imkânlarının yeterli düzeylerde olmadığı, olsa bile son derecede riskli olduğu bugünkü gibi bir dönemde, firmaların sermaye yetersizliklerini borçlanarak gidermeye çalışmasının pek de akla yakın bir seçenek olduğunu düşünmek doğru olmayabilir. Bu haliyle açıklanan ÜFE enflasyon rakamları, Türkiye ekonomisindeki firmalarımızın karşılaşmaları muhtemel
akut sermaye yetersizliği gibi
yapısal bir sorununa yol açması beklenebilir
. Bu sorunun dayanılamayacak boyutlara ulaşması, bir yandan bazı firmaların tasfiyesine yol açabileceği gibi, diğer yanda ekonomiyi durgunluk riskiyle karşı karşıya bırakabilir. Bu da Türkiye ekonomisindeki enflasyonist sürecin durgunluk ile birlikte yaşanmasına yol açabilir.
ENFLASYON YAPISAL BİR HÂL ALMAKTADIR
Her ay olduğu gibi, bu ayki raporda da dikkat çeken bir diğer husus da TÜFE enflasyonunun mallar itibariyle kırılımlarının verdiği birtakım mesajlar. Yıllık bazda bakıldığında, TÜFE yüzde 19,89 oranında artarken, toplamda
beş mal grubunda gözlemlenen artış oranları çok uzun zamandır genel TÜFE enflasyonunun üzerinde seyretmektedir. Bunlardan
gıda ve alkolsüz ürünlerindeki artış yüzde 27,41 ile en yükse artışa karşılık gelmektedir. Bunu yüzde 25,23’lük artışla
lokanta ve otel kalemi takip etmektedir. Ardından yüzde 23,03 ile
ev eşyası, yine yüzde 21,30 ile
konut (ki buna kira dâhil) ve nihayet yüzde 20,67 ile
ulaşım gelmektedir.
Fiyatları ortalamanın üzerinde artış gösteren bu mal ve hizmetlerin toplamı ülkemizdeki ortalama bir hane halkının bütçesinde yüzde 50’den fazla ağırlığa sahiptir ve bu özelliği ile kamuoyunun enflasyon düzeyini algılamasında en fazla maruz kaldıkları mallardır. Dahası taleplerinin ertelenemediği ve iktisatçı bakış açısıyla ifade etmek gerekirse,
fiyat esneklikleri düşük olan mallardır bunlar. Diğer bir deyişle, bunlar fiyatları artsa bile, vatandaşın harcama yapmaktan kaçamayacağı mallardır. Zaten bu malların kontrol edilemeyen hazır talep düzeyi, artan maliyetlerin kolayca nihai tüketiciye aktarılabilmesine imkân vermektedir. Çok daha önemlisi, Merkez Bankasının izleyeceği sıkı para politikasına bu mallara yönelik talebi baskılaması yönünde cevap vermesini beklemek fazla iyimserlik olacaktır.
Şimdi sorulması gereken soru şu: Neden para politikasının kapsamı içine giremeyecek olan bu malların fiyatları diğerlerinden daha fazla artıyor? Acaba sadece talep nedeniyle mi?
Yoksa bu malların piyasalarına özgü birtakım yapısal sorunlardan dolayı mı?
Son zamanlarda Merkez Bankası üzerinden çıkan tartışmalarda, para politikası üzerinde toplam talebi yönetmesi beklenen Banka’nın izlediği politika eleştirilere konu olmaktadır. Elbette bu eleştirilerde önemli ölçüde bir haklılık payı var. Ancak yukarıda telaffuz ettiğimiz mallarda gözlemlediğimiz fiyat artışlarının tek nedeninin talep artışı olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır. Bu malların piyasalarındaki arz koşullarının ve buna bağlı maliyet artışlarının rolü göz ardı edilmemelidir. Bugün bu malların fiyatlarında görülen enflasyon ağırlıklı olarak arzdan kaynaklanan fiyat artış baskısının, uygun talep koşullarında gerçekleşmesidir. Burada asıl sorulması gereken soru: Bu mal fiyatlarının artmasına yol açan arz baskıları bugüne kadar neden giderilememiştir?
Düşünün bir kere… Yirmi yıldır uğruna ülkenin kıt kaynaklarını harcadığınız inşaat yatırımlarınız ülkenin konut sorununu hala çözememiş. Konut kiralarını aşağıya çekecek düzeyde bir
arz artışı yaratamamışsınız. Yapılan lüks konut inşası yabancıları ülkeye çekmek ve onlardan bir kereye mahsus döviz kazanmayı amaçlamış ama büyük kentlerdeki barınma sorununa çare olamamış.
Yine bu yirmi yıllık dönem boyunca ülkenin, özellikle de büyük kentlerin ulaşım sorunlarını çözememiş, çeşitliliğini sağlayamamışsınız; sonunda vatandaşı bugünkü ulaşım girdilerindeki maliyet artışlarına maruz bırakmışsınız.
Benzer şekilde, konunun uzmanlarının daha bir yıl öncesinden uyardığı bir
kuraklığın geldiği ve gıda fiyatlarında olası bir artışın sinyallerinin verildiği bir dönemde, bunun önüne geçecek tedbirleri alamamışsınız. Bu duyarsızlık bugün maruz kaldığımız boyutlarda gıda enflasyonunun nedenini oluşturmaktadır.
Elbette bu tedbirleri alması gereken iktidar ve onların kontrolündeki ekonomi kurumlarıdır. Onların başında da merkez bankamız gelmektedir. Ancak enflasyon konusunda Merkez Bankası’nın elindeki yegâne araç
para politikası yoluyla talebi yönetmektir; ekonomimizin yapısal sorunlarını gidermek değil. Bugün ülkemizde hane halklarının bütçesinde en fazla ağırlığı olan mal ve hizmetlerin fiyat artışlarında etkili olan faktör arz yönlü faktörlerdir ve bunlarla mücadele edilebilmesi için talep yönlü politikaların yeterli olması düşünülemez. Her şeyden öte, bu malların taleplerinin fiyat artışlarına tepkisi düşüktür; yani vatandaşın bu malların tüketimine bağımlığı yüksektir.
Sözün kısası, bugün maruz kaldığımız yüksek enflasyon sorununu salt para politikası ile aşabilmek mümkün değildir.
Dahası Merkez Bankası üzerinden yürütülen tartışmaların enflasyonun arz yönlü ve yapısal nedenlerini görmemize mâni olma olasılığı vardır. Yirmi yıldır iktidarda olan bir siyasi iradeden beklenen bu yapısal sorunları gidermek ve enflasyonla mücadelede Merkez Bankası’nın yürüteceği para politikasını destekleyecek tedbirleri almaktır. Enflasyonla mücadele ederken, amacı fiyat istikrarını sağlamak olan bir merkez bankasının, ekonomideki yapısal arz kısıtlarının giderilmesi için para politikasının konusunu aşan yapısal reformlara ihtiyacı vardır.
Sözün kısası, bugün maruz kaldığımız yüksek enflasyon sorununu salt para politikası ile aşabilmek mümkün değildir. Merkez Bankası’ndan bu konuda mucizeler yaratması beklenmemelidir.