Torino’da dini yapılardan pek söz etmedim, Palazzo Reale’nin içindeki Duomo’ya bir bakalım. Duomo’nun en büyük özelliği İsa’dan kaldığına inanılan “kutsal kefene” ev sahipliği yapması.
Tren, Milano’dan Torino’ya iki saat sürüyor.
Yolda gelirken Torino’nun Juventus’tan ötürü futbol ve Fiat’tan ötürü endüstri de şehri -ikisinin de sahibi aynıydı: Agnelli ailesi- olduğu için bazı önyargılarım vardı.
İstasyondan inmemle birlikte Torino’nun hiç de düşündüğüm gibi çıkmayacağı kesinleşmiş gibiydi, şehrin merkezine doğru birkaç dakika yürüdüğümdeyse önyargılarımın, pek çok önyargı gibi, tamamen yersiz olduğunu fark ettim.
1865’te yapılan kırmızılı-beyazlı Porta Nuova Garı -Yenikapı- alabildiğine etkileyici bir bina.
Dışının aksine içi modern, birkaç katlı, çeşitli lokantalar ve mağazalar yer alıyor.
Hani derler ya biriyle tanıştığınızda ilk saniyeler çok önemlidir diye, bu gar da Torino’ya benim gibi trenle gelenlere şehre dair hayli iyi bir intiba bırakıyor.
Çıktıktan sonra garın çevresini bir dolaşalım, bu esnada Torino’da toplamı yirmi kilometreye yaklaşan revakların altında yürüyebiliriz.
Garın dört tarafını da gördüysek merkeze gitmek için acele etmeyelim.
Önce sola doğru yürüyüp Vittorio Emmanuele II’nin heykelini görelim.
Burası Torino’nun en müreffeh semtlerinden Crocetta, birbirinden güzel binaların yan yana sıralandığı Giacomo Mateotti caddesi de burada.
Yalnız bu caddenin bir tarafı ne kadar güzelse karşı sırası yer yer çok sıradan, bunun sebebinin bir bombalama neticesinde bazı yerlerin yıkılıp yeniden yapılması olduğuna dair bir fikrim var ama teyit edemediğim için spekülasyon olarak söylüyorum.
Torino’nun şehir yapısı çok etkileyici, kusursuza yakın bir ızgara plana sahip.
Geri dönüp garın kubbesinden karşıya baktığımızda kesintisiz şekilde saraya kadar görüyoruz, istikametimiz de böyle olacak zaten.
Piazza Castello’ya -Kale meydanı- doğru yürürken karşınıza önce San Carlo meydanı, çıkıyor, bu iki meydan birbirine birkaç geniş alışveriş caddesiyle -en meşhurları Via Roma- bağlanıyor.
Izgaranın kusursuzluğu burada iyice belli oluyor, Saray’ın iç avlusundan baktığınızda da önce San Carlo’daki heykeli, arkasından da garı görüyorsunuz.
San Carlo görülesi, kafelerinden birinde oturup şöyle seyredilesi hoş bir dikdörtgen meydan.
Meydanın ortasında Savoy Dükalığının başkentini Torino’ya taşıyan Emmanuel Filiberto’nun at üstünde bir heykeli yer alıyor.
Pek tabii ki bu heykel de hayli savaşçı bir adama ait.
Ama Murat Belge’nin Militarist Modernleşme’deki olağanüstü tespitini İtalya’nın hemen her yerinde olduğu gibi Torino’da da hissetmek mümkün, İtalyanlar militarist olmaya çalışsalar da olmayı beceremeyen bir topluluk.
İtalya, bir ölçüde “moda” demek olduğu için sağlı sollu caddelerde kıyafet satan çok sayıda mağaza yer alıyor.
Caddeyi bitirdiğimizde şehrin kalbindeki Piazza Castello’ya ulaşıyoruz.
Başta Palazzo Madama ve Palazzo Reale -Kraliyet Sarayı- olmak üzere şehrin en bilinen yapıları bu meydanda.
Torino deyince bahsetmeden geçemeyeceğimiz bir mimar var: Filippo Juvarra.
Başka Kentler Başka Denizler’in üçüncü cildinde Juvarra’ya dair bilgiler var: “Juvarra, Roma’da, Fontana’nın yanında yetişti; sonra Savoy Dükünün mimarı olduğu için bu Torino kentinde de epey iş yaptı. (…) Kentin belli başlı nirengi noktalarından, Güneydeki Superga Kilisesi onun işi. Kent dışında Stupinigi adıyla bir av sarayı yaptırmış. (…) Rivoli Sarayı’na girişmiş, ama tamamlayamadan bırakmış. Burası da şimdi Çağdaş Sanat Müzesi. Kent içinde, cadde ve meydanları, bu arada Palazzo Castello’yu yeniden düzenlemiş.”
San Carlo görülesi, kafelerinden birinde oturup şöyle seyredilesi hoş bir dikdörtgen meydan. Meydanın ortasında Savoy Dükalığının başkentini Torino’ya taşıyan Emmanuel Filiberto’nun at üstünde bir heykeli yer alıyor.
Juvarra’nın daha pek çok iş yaptığını şehri dolaşırken görüyorum.
Palazzo Madama’nın cephesi de onun şaheserlerinden biri.
Kentin en güzel yapılarından Stupinigi ve Rivoli de onun imzasını taşıyor ama bunları göremedim.
Her yerden görülen Superga Bazilikasını da yine Juvarra inşa etmiş.
Torino, ilk başkent olduğu için çok sayıda “palazzo” var, yanlarından geçerken önce etkilenip binasına bakıyor, sonra neymiş bu diye biraz okuyorsunuz, altından bir şekilde hep Juvarra çıkıyor.
Eğer bu Madama’nın karşısındaki alışveriş caddesi Via Garibaldi’ye girer ve sonuna kadar yürürsek dikilitaşın olduğu bir meydan çıkarız.
Ama biz yine acele etmeyelim, önce Madama’nın karşısındaki Piazza Castello’ya çıkmadan önce 17. yüzyıldan kalma, tuğla Palazzo Carignano’yu görelim.
İçinde eski Meclisin de yer aldığı bu tuğla bina aslında çevresiyle bir tezat oluşturuyor ama o kadar güzel ki başka türlü etkileyici bir “sentez” ortaya çıkarıyor.
Accademia della Senza meydanındayız, bu sarayın karşısındaki Ristorante di Cambio adlı lokantada Kont Cavour’un yemek yediği bir odası varmış.
Juvarra bu şehrin mimari tarihinde ne kadar büyük bir yere sahipse, Cavour da İtalya tarihinde o yere sahiptir, e burası da ilk başkent olduğuna göre…
Böylece, Palazzo Reale’den ve şehrin siyasi öneminden de kısaca bahsedelim istiyorum.
İtalya, İtalya olmadan önce Sardinya-Piemonte Krallığıydı ve Torino da bu krallığın başkentiydi.
300 seneden fazla krallığın başkenti olarak kaldı.
Roma alındıktan sonra başkent taşındı.
Bu meydanın arkasındaki Risorgimento Müzesinde İtalya’nın kuruluşundaki evreler oda-oda anlatılıyor ama müzenin içini bir sonraki yazıya bırakalım; şimdi sadece cephesine bakmakla yetinelim.
Yine burada çok güzel bir pasaj var.
Şehrin hemen her yerinde gürül gürül su akan boğa başlı yeşil çeşmeler bulunuyor.
Boğa, “toros” demek; Torino da dediklerine göre “küçük boğa” gibi bir anlama geliyor.
Çeşmelerin suyunu şehri çevreleyen Alpler sağlıyor.
Ayrıca iki büyük nehir, Po ve Dora, şehri besliyor.
Palazzo Reale’ye doğru yürür önce sola, sonra da sağa dönersek bu kez iki yanında Sezar’la Augustus’un heykelinin yer aldığı Roma kapısına -Porta Palatina- ve Roma kalıntılarının olduğu yere geliyoruz.
Nehirlerin yanında ve şehrin birçok yerinde birbirinden geniş ve güzel parklar bulunuyor.
İstasyondan geliş yönümüze göre Piazza Castello’ya vardığımızda Palazzo Madama sağımızda kalıyor, karşımızdaysa Palazzo Reale var.
Palazzo Reale’ye doğru yürür önce sola, sonra da sağa dönersek bu kez iki yanında Sezar’la Augustus’un heykelinin yer aldığı Roma kapısına -Porta Palatina- ve Roma kalıntılarının olduğu yere geliyoruz.
Yürümeye devam edip sola dönersek pazar yerine -Mercato- geliyoruz.
Burada kurulan pazar, sabahları yedi gibi açılıyor, öğle saatlerindeyse toplanıyor -demek bu İtalyanlar “akşam pazarı” denen pazarlama stratejisinden bihaber.
Eğer Roma kapısına ve Mercato’ya gelmek için sola dönmek yerine sağa sapsaydık, gene bir sürü güzel yapının içinden ve arasından geçerek Montebello sokağındaki Mole Antonellina’ya gelebilirdik.
Mole Antonellina, Torino’nun simge binası, hemen her türlü hediyelik eşyacıda onu görmek mümkün.
Burası hem Sinema Müzesi hem de Ulusal Müze olarak biliniyor.
Torino’da dini yapılardan pek söz etmedim, Palazzo Reale’nin içindeki Duomo’ya bir bakalım.
Duomo’nun en büyük özelliği İsa’dan kaldığına inanılan “kutsal kefene” ev sahipliği yapması.
Kefen, Haçlı Seferlerinde Ayvansaray’daki Blaherna kilisesinden alınıp Fransa’ya götürülmüş, sonra Savoyların eline geçmiş, nihayet buradaki yerini almış.
Güya, çarmıhtan indirildikten sonra İsa bu kefene sarılmış…
Neyse, bu kefenin 13. yüzyıldan kaldığı bilimsel olarak ispatlanmış, ama… en iyisi, ama deyip bırakayım.
Piazza Castello’ya bir de nehrin diğer tarafındaki güzel bir sokak olan Monferrata üzerinden gelelim istiyorum.
İtalyanlar sanırım üç şeyi asla kötü yapamıyorlar: bina, heykel ve yemek -bu listeye futbolda savunmayı ekleyip eklememek de size kalsın.
Monferrata’nın ucu Pantheon’u andıran Madre Dio kilisesine açılıyor.
1814’te inşa edilen bu kilisenin dışı kadar içi de etkileyici ama bende İtalya’dan çok Fransa’da olduğum intibasını uyandırdı.
Önünde yine Vittorio Emmanuele II’nin bir heykeli var.
Bu köprüden geçip Vittorio Vento adlı geniş meydana çıkabiliriz.
Meydanı, çevreleyen evleriyle birlikte Frizzi adlı mimar 1825-30 arasında yapmış.
İşte bu meydanı kuşatan revaklı binaların arasından yürüdüğümüzde yine Piazza Castello’ya çıkabiliriz ama öyle yapmayalım, hatta köprüden de geçmeyelim, kiliseden çıkıp sola dönelim ve bir sonraki köprüye gidelim.
Ama köprüden geçmeden ters istikamette yürüyüp Kırım savaşı için dikilen heykeli görelim -biraz dolambaçlı olduğunun farkındayım ama en kısa yoldan gitmeyi hiçbir zaman sevemedim.
İtalyanlar sanırım üç şeyi asla kötü yapamıyorlar: bina, heykel ve yemek -bu listeye futbolda savunmayı ekleyip eklememek de size kalsın.
Buradaki heykel de öyle, hatta kumaş kıvrımları falan o kadar güzel ki heykelin askeri ciddiyetine de bir faça atıyor.
Bu köprünün de dört köşesini birer heykelle süslemişler.
Köprüden geçerken gördüğüm sağlı sollu evler pek güzel.
Nehrin bu tarafında, solda, “parkların parkı” diyebileceğimiz meşhur Valentino parkı yer alıyor.
Parkın içine doğru yürüyünce büyük tuğla bir bina görüyoruz, bu binayı köprüden de görmüştük gerçi ama yakından daha güzel.
Ayrıca sincaplar koşuşturuyor, güvercinler uçuşuyor…
İnsanı bir şey yapmadan mutlu eden bir doğal ortam.
Parkın içinde küçük bir ortaçağ kalesi var.
Bu kale, 1884’te tarihçilerden, akademisyenlerden, ressamlardan ve mimarlardan oluşan bir komisyon tarafından yapılmış.
Bu kale ve köyün içindeki her şey tamamen aslına uygun olarak ihya edilmiş.
Ben böyle anakronik yapılardan pek hazzetmem, bugünün yapısı bugünün estetiğini yansıtsın ve sonraki yüzyıllara bugüne dair bir şey söylesin isterim.
Ama parkın içinde, nehir kenarında, böyle şirin bir yer bulmaktan ötürü de memnunum.
Burada oturup bir kahve içtim.
Dönüşte tuğla arka cephesini gördüğümüz Valentino kalesinin ön cephesini de gördüm.
İki ayrı bina gibi, ama ikisi de birbirinden etkileyici.
Dört külahlı kulesi, armalı girişi, kemerleri… hakikaten muhteşem.
Şimdi yine bir şekilde Piazza Castello’ya uzanmalı.
Torino’nun İtalyanlığı kadar Fransızlığı da göze çarpıyor.
Bir haftadan fazla kalacağım burada, epey bir dolaşırım diye düşünüyorum.