16 Nisan 2017 Pazar günü yapılan Anayasa değişikliği referandumu, AKP’nin Türkiye Cumhuriyetinin yönetim şeklini değiştirme yolunda sistemli bir şekilde yürüttüğü programın son adımlarından birisidir. Bu programın temel dayanağı, atılacak her adımın halk oylaması ile yasallaştırılarak “Milli İrade” kavramına bağlanması ve meşrulaştırılmasıdır. İlk olarak, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi 21 Ekim 2007 tarihinde referanduma sunuldu ve yapılan halk oylaması sonucunda kabul edildi. 19 Ocak 2012 tarihinde Cumhurbaşkanı Seçim Kanununda yapılan değişiklikle de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yasalaştırıldı. Yaşadığımız bu süreç içinde AKP “Demokrasilerde halkın dediği olur, Egemenlik Milletindir ve Milli İradeye karşı konulamaz” söylemleri temelinde yürüttüğü propagandayla gerek siyasi muhalefeti gerekse de toplumsal muhalefeti baskı altına aldı ve etkisizleştirdi. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği referandumunda halkın oylarıyla Cumhurbaşkanının yetkileri şekillendirildi ve meşrulaştırıldı. Siyasi ve toplumsal muhalefet, sürecin bu son adımı olan 16 Nisan referandumunda Türkiye Cumhuriyetinin parlamenter demokrasiden başkanlık sistemine doğru götürüldüğünün ayırtına vardı ve sürece daha aktif bir şekilde katıldı. Toplumsal muhalefet Toplumsal muhalefetin tepkisi, yaşanılan bir olaya karşı veya var olan konjonktüre göre yükselir ancak süreç içinde tepkinin boyutu gittikçe azalır ve biter. Toplumsal muhalefetin tepkisinin sürdürülebilir olması siyasi muhalefetin bu tepkiyi sahiplenmesine bağlıdır. 1980 sonrasında yenidünya düzeni adı ile dünyaya kabul ettirilen neoliberal sistemin örgütlü toplumu ve toplumsal muhalefeti yok etmeyi hedefleyen politikalarına ve uygulamalarına karşılık, ilk toplumsal muhalefet hareketleri ülkemizde yaşanmıştır. 1980 sonrası yaşanan ilk büyük toplumsal muhalefet hareketi, Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşüdür. 30 Kasım 1990 tarihinde Genel Maden-İş Sendikasının başlattığı grev toplumda karşılığını bulmuş, kitleselleşmiş ve 4 Ocak 1991 tarihinde Büyük Madenci Yürüyüşünde buluşmuştur. Siyasi muhalefetin bu toplumsal muhalefeti sahiplenmesi ile sürdürülebilir niteliği kazanan muhalefet hareketi, iktidarının istekleri kabul etmesiyle de 8 Ocak 1991 tarihinde başarıyla sonuçlandırılmıştır. İkinci olarak, Refah-Yol olarak tanımlanan DYP – RP koalisyon döneminde iktidarın Türkiye Cumhuriyetinin Demokratik Laik, Sosyal Hukuk Devleti niteliğine aykırı uygulamalarına karşı toplumsal muhalefetin tepkisi yükselmiştir. İlki 14 Nisan 2007 tarihinde Ankara’da yapılan Cumhuriyet Mitingleri büyüklükleri ve ülke çapındaki yaygınlığı ile toplumsal muhalefetin en yüksek boyuta ulaştığı tepkidir. Tüm dünyanın ilgisini çeken bu büyük toplumsal muhalefet hareketi, siyasi muhalefet tarafından sahiplenilmemiş ve siyasi iktidarın yargı eliyle yürüttüğü “Ergenekon davası” olarak bilinen uygulamalarıyla da bastırılmıştır. Üçüncü toplumsal muhalefet hareketi, Tekel İşçi Direnişidir. 15 Aralık 2009 tarihinde Türk-İş’e bağlı Tekgıda-İş Sendikası'na kayıtlı TEKEL işçileri tarafından Ankara'da başlatılan eylem, toplumsallaşmış ve 78 gün sürmüştür. Siyasi muhalefet tarafından yeterince sahiplenilmeyen Tekel Direnişi, AKP iktidarının sendikal yapıya yönelik baskıları sonucu yalnızlaştırılmış ve 4 Şubat 2010 tarihinde amacına ulaşamadan sona ermiştir. Dördüncü toplumsal muhalefet hareketi ise Gezi Direnişidir. Taksim Gezi Parkının yıkılmasını engellemek için Taksim Dayanışması adı altında bir araya gelen meslek örgütleri ve demokratik kitle örgütlerine 31 Mayıs 2013 tarihinde yapılan müdahale sonrasında yükselen toplumsal muhalefet ülke çapında kitlesel bir hareket şeklini almıştır. Dünya kamuoyunda büyük yer tutan ve özellikle günümüz genç kuşağının sahiplendiği Gezi Direnişi siyasi muhalefetle gerçek anlamda bütünleşmemesine ve AKP iktidarının çok sert müdahalelerine rağmen giderek yükselen bir toplumsal muhalefet şeklini almıştır. Taksim Gezi Parkının bugün park olarak varlığını sürdürebilmesi direnişin yarattığı ruhla kitleselleşen toplumsal muhalefetin bir başarısıdır. Sonuç olarak, siyasi muhalefetin sahiplenmediği toplumsal muhalefet hareketleri sürdürülebilir niteliği kazanamamaktadır. Bugünden sonra 16 Nisan sürecinde referandumun konusu olan Anayasa değişikliğinin siyasi nitelikte olmasına karşılık siyasi muhalefetin büyük partisi olan CHP, yaptığı çağrı ile siyasi muhalefeti toplumsal muhalefetle bütünleştirmiş ve birlikte hareket edilmiştir. Siyasi partiler ile toplumsal muhalefeti oluşturan Demokratik Kitle Örgütlerinin (DKÖ) kimliklerini öne çıkartmadan yürüttükleri propaganda sürecinin sonunda Anayasa değişikliğine %48,5 oranında (YSK tarafından açıklanan) “Hayır” oyu verilmiştir. Bu sonucun en önemli etkeni, “Hayır” bloğunun AKP iktidarının Anayasa değişiklikleri yerine “AKP – CHP ve Tayyip Erdoğan – Kemal Kılıçdaroğlu” tartışması yaratma isteği ve çabasına yok sayarak, sadece bu değişikliğin getireceği sonuçların anlatımına odaklanmış olmasıdır. Referandum sonrasında siyasi muhalefetin (CHP) toplumsal muhalefetle (DKÖ) iletişim içinde olması ve açıklanan sonuca karşı süreci birlikte yürütme isteği Türkiye Cumhuriyetinin geleceği açısından son derece önemli ve değerlidir. Önümüzdeki süreçte, siyasi muhalefet ile toplumsal muhalefetin söylem birlikteliğinin sürdürülerek; 1. Demokrasinin olmazsa olmazı olan toplumsal muhalefetin varlığı için “OHAL” uygulamasının kaldırılması gerekliliği, 2. Gerçekliği tartışmalı olan sonuca göre bile halkımızın yarısı tarafından reddedilmiş olan bir Anayasa ile toplumsal uzlaşmanın ve toplumsal barışın sağlanamayacağı, 3. Toplumsal uzlaşma metni olan Anayasanın, toplumsal tartışmanın kaynağı konumunda olmasının demokratik, hukuk devleti niteliği ile de bağdaşmadığı, 4. Referandum sonrasında daha resmi sonuçlar açıklanmadan siyasi iktidarın “oldu, bitti” anlayışıyla Anayasa değişikliğini meşru kılma çabasının bile referandum sonucunun ne denli tartışılır olduğunun en açık göstergesi olduğu, 5. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin KHK ile değil, milletin seçtiği vekiller tarafından TBMM’de yapılan kanunlarla yönetilmesi gerekliliği, 6. Anayasa değişikliği ile getirilen “partili Cumhurbaşkanı” kimliğinin ne gibi sorunlar yaratacağı, 7. Türkiye’nin kişilere göre değil demokrasinin ve hukukun gerektirdiği kurallara göre yönetilmesi gerektiği, 8. Türkiye’nin ve halkımızın asıl gündeminin işsizlik ve yoksulluk gibi temel ekonomik ve yaşamsal sorunlar olduğu sürekli olarak dile getirilmeli, ülke gündemini muhalefet belirlemeli ve halkımızda uyanan umudun ve heyecanın diri tutulması sağlanmalıdır. Sözün özü: Demokratik Laik Cumhuriyet ve Sosyal Hukuk Devleti sahip çıkıldığı kadar var olacaktır.