Günümüzde dünyada ve ülkemizde artan gelir eşitsizlikleri sosyal koruma kalkanlarının önemini geçmişte olmadığı ölçüde öne çıkarmıştır.  Gerek küresel sistemde yaşanan değişimler, gerekse yerel düzeyde ortaya çıkan birtakım yapısal sorunlar bu önemin doğuşuna kaynaklık etmektedir. Temel gelir uygulaması da, bu değişimlerin doğurduğu toplumsal mağduriyetlerin giderilmesi yönünde önerilen koruma kalkanlarından biridir. Temel Gelir bir devletin tüm vatandaşlarına veya ihtiyaca göre sadece belli bir kısmına, herhangi bir koşula bağlı olmadan düzenli olarak verilen sosyal yardım amaçlı gelirdir. Bu uygulama ekonomik dönüşümün belli kesimler üzerinde yol açtığı mağduriyetleri gidermeyi amaçlar. Temel gelir uygulamasına ilişkin tartışmalar 19. yüzyılda başlamakla birlikte, uygulanmasına yönelik sistemli bir mücadele için günümüze kadar beklenilmesi gerekmiştir. Bunun, örneğin Türkiye bakımından üç nedeni bulunmaktadır. Nedenlerden biri küresel ölçekte tüm ülkelerin maruz kaldıkları etkilerdir.  Dünya ekonomisi ve II. Dünya Savaşı sonrası inşa edilmiş olan uluslararası örgütlenme modeli bugün ciddi bir dönüşüm içindedir. İki önemli faktör hem küresel ölçekte, hem de yerel düzeyde bu dönüşüm sürecinin sürükleyicileri olmaktadır. İlki uluslararası organizasyonun çerçevesini belirleyen küreselleşme, ikincisi ise teknoloji alanında yaşanan eşi benzeri görülmemiş gelişmelerdir. Bu gelişmeler üretim üzerinde değişim baskıları yaratmakta, ülkelerin yerel düzeyde ekonomilerinin bunlara uyumunu zaruri hale getirmektedir. Üretim faktörlerinden sermayenin bu değişime uyum göstermesi çok fazla sorun teşkil etmemektedir. En azından sermayenin maruz kaldığı sosyal maliyetler büyük boyutlara ulaşmamaktadır.  Ancak işgücünün küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı dönüşüme uyumu zaman almaktadır.  Dahası uyum için geçen süre zarfında işgücünün korumasız kalma riskini ortaya çıkarmaktadır.  Bu süre zarfında daha çok emek aleyhine mağduriyetler oluşmakta ve bunların giderilmesi için kamu otoritesinin müdahalesine ihtiyaç doğmaktadır. Bahsettiğimiz bu riskler tüm ülkelerin maruz kaldıkları ortak risklerdir. Temel gelir gibi bir sosyal koruma kalkanı uygulamasını gerekli kılan bize özgü nedenler de var.  Bunların başında ülkemizin gelir dağılımı bakımından sergilediği içler acısı durum yer almaktadır. 2019 yılı itibariyle Türkiye hâlâ OECD ülkeleri arasında gelir dağılımı en kötü ülkeler arasındadır.  2002-2008 döneminde ülkemizde gelir dağılımı konusunda kayda değer iyileşmelere imza atılmış olsa da, maalesef aynı düzeyde iyileşmeler sonrasında görülmemiştir.  Gerçekten 2020 yılındaki salgının ve uygulanan mücadele yöntemlerinin etkisiyle ülkemizdeki gelir eşitsizliklerinin daha da artmış olması beklenmektedir. 2020’ye ait gelir dağılımı yönelik resmi rakamların kamuoyuna açıklanması zaman alacağından, bu kötüleşmenin boyutlarını resmen görebilmemiz en azından 2022 yılına kadar beklememizi gerektirecektir. Ancak bugün yapılan tahminlerde, gelir eşitsizliklerinin 2002 yılı düzeyinden daha kötü seviyelere ulaşmış olma ihtimalinden bahsedilmektedir.  Bu 18 yıldır elde edilmiş olan tüm iyileşmelerin bir çırpıda yitip gitmesi anlamına gelmektedir.  Geçmişte olduğu gibi elverişli ekonomik ortamın olmayacağı bir dönemde, gelir dağılımında benzer düzeyde iyileşmelerin elde edilmesi çok daha fazla zaman alacak ve bunun yarattığı sosyal maliyetlerin kamu otoritesi tarafından giderilmesi zaruri bir hal alacaktır. Ülkemize özgü bir diğer neden ise kırdan kente nüfus hareketliliğinin hâlâ devam ediyor olmasıdır. Özellikle 2000’li yılların başından beri bu hareketliliğin ülkemizdeki siyasi yapı üzerinde göz ardı edilemeyecek boyutta ve önemde baskılar yarattığını ifade etmekte yarar var. Uygulanan yöntemlerin doğruluğu ve/veya yanlışlığı konusundaki tartışmalar bir yana bırakılırsa, 18 yıllık AKP iktidarının bu süreci başarılı bir şekilde kendi lehine sonuçlar üretecek bir şekilde yönettiğini itiraf etmek gerekir. Ülkemizde bir gelir dağılımı politikası olarak uzun süre tarımsal üretimi, fiyatlar ve/veya garanti alımlar üzerinden desteklemeyi amaçlayan politikalar uygulanmıştır. Ancak tarımsal nüfusun refah talebi artarken, sağlanan desteklerin bu talebi karşılamada yetersiz kalması, tarımsal nüfusu aradığı refaha ulaşabilmek için kentlerde kendilerine farklı iktisadi faaliyetlerde istihdam imkânı arayışına sokmuştur. Yakın geçmişe kadar sanayi, kırdan kopup şehirlere gelen bu nüfusa istihdam imkânı sağlarken, uluslararası düzende değişim ve teknolojik gelişmeler neticesinde, artık sanayi böyle bir fonksiyonu yerine getirememektedir. Gerek küreselleşme sonucunda artan uluslararası rekabet, gerekse bu rekabetin bir unsuru olarak üretimde emekten tasarruf edici teknolojilerin kullanılması sanayinin kente gelen nüfus için bir istihdam kaynağı olmasını engellemiştir. Nüfusun yapısal dönüşümünü XX. yüzyıldan miras alan ülkeler, kentlerde daha yüksek refah arayışına giren bu nüfusun kaçınılmaz olarak hizmetler ve inşaat gibi sektörlerde istihdam etmek zorunda kalmıştır. Her şeyden önce bu tarz iktisadi faaliyetler, uluslararası kurumsal düzeyde yeni oluşan küreselleşmeden çok fazla etkilenmeyen, dış rekabete kapalı olan faaliyetlerdi ve bu faaliyetlere ait piyasa güçleri tamamıyla ülkeye özgü ihtiyaçlara göre şekillenmekteydi.  Bu da siyasi otoritelerin işini kolaylaştıran önemli bir özellikti.  Öyle ki, hizmet ve inşaat gibi iktisadi faaliyetlerin cazibesini yüksek tutmak suretiyle bu sektörlerde kente gelen kırsal nüfusun istihdamı ve arzu edilen refaha erişimi temin edilebilmekteydi. Bunun için bu sektörleri canlı tutacak, onların verimliliğini olmasa da, kârlılığını arttıracak yönde piyasalara müdahalelerde bulunmak yeterliydi. Türkiye gibi ülkeler, küreselleşmenin finansal piyasalarda sağladığı imkânları sonuna kadar kullanmışlar; hizmetler ve inşaat gibi sektörlerdeki müdahalelerine olanak sağlayacak kaynakları uzun süre dışarıdan borçlanmak suretiyle temin etmişlerdir. Dışarıda var olan ucuz borçlanma imkânlarıyla elde edilen bu kaynaklar, içeride krediye dönüştürülmüş ve hanehalklarının hizmet ve inşaata yönelik taleplerini desteklemekte kullanılmıştır. İktisadi birimlerin taleplerini bu sektörlere yöneltmelerini sağlamak için de, ekonomideki nispi fiyatlar hizmetler ve inşaat gibi yerel nitelikli faaliyetlerin lehine dönüştürülmüştür. Yurt içi kredi bolluğu ve aşırı değerlenmiş TL bu yöndeki müdahalelerin uygulanması için gerekli iki önemli araç olarak, siyasiler tarafından 2010’lara kadar kullanılmıştır. Bu durum bir yandan Türkiye ekonomisinde sanayisizleşmenin kaynağını teşkil ederken, diğer yandan da AKP iktidarının toplumsal desteğinin artmasına imkân sağlamıştır. Hizmet ve inşaat gibi sektörler üzerinden kırsaldan kentlere gelen nüfusun refah arayışlarına imkân sağlamak, aynı zamanda bu sektörleri (ve tabii Türkiye ekonomisinin genelini) konjonktürel dalgalanmalara karşı da son derecede kırılgan hale getirmektedir. Bu kırılganlık öncelikle bu sektörlerin ülkenin ihtiyaç duyduğu döviz cinsinden gelir üretme potansiyelinin son derecede düşük olmasındandır.  Gerek yurt içi kredi hacmini enflasyonsuz bir şekilde geniş tutabilmek, gerekse yurt içi talebi bu faaliyetlere yönelecek şekilde TL’yi değerli tutabilmek için, borçlanma yoluyla dışarıdan kaynak girişine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu sermaye akımlarının yavaşlaması, hatta kesilmesi, hizmet ve inşaat sektörlerindeki canlılığı sekteye uğratıp, faaliyet hacimlerinin düşmesine yol açmıştır; gelecekte daha da açacaktır.  Böyle bir dönemde bu sektörlere yönelik olarak uygulanacak büyüme modeli de kaynak yaratan değil, kaynak tüketen nitelikte olacaktır.  Zamanla bu kaynaklara erişim güçleşince, istihdamın çok büyük kısmına gelir imkânı sağlayan hizmet ve inşaat gibi sektörlerin tarımdan açığa çıkan nüfus fazlasını istihdam etme kabiliyeti de azalacaktır.  Bir yandan kırsaldan gelenler için kentlerdeki iş imkânları azalırken, diğer yandan daha önce gelip bu sektörlerde istihdam olanağı elde etmiş işgücünün de işsiz kalma ve gelirlerinden mahrum olma ihtimalleri baş gösterecektir.  Mevcut iktisadi koşullarda bu nüfusun başka alanlara kaydırılması da mümkün olamayacağı için, ciddi sosyal ve ekonomik mağduriyetler meydana gelecek ve sosyal bir devletin müdahalesini gerekli kılacak bir durum oluşacaktır.  Bu durumun çok kısa dönemde halledilmesi mümkün olamayacak ve kurumsal düzeyde ciddi bir sosyal koruma sistemine ihtiyaç doğacaktır.  Temel gelir sistemi bu sosyal koruma sisteminin adıdır.