Artık bir klişe haline gelmiş olan ‘Türkiye nüfusunun genç ve dinamik olduğu’ önermesini geride bırakmanın vakti geldi. Biz bırakmasak bile yaşlanan nüfus yapısı ve eğitimdeki kalite yoksunluğu bu işlevi görecek. Türkiye’de 2000 yılında ortanca yaş 25 iken ve genç nüfus toplamın %19,4’ünü oluştururken; 2020’de bu iki veri sırayla 33 yaş ve %15,4 oldu. Avrupa’ya göre hala genciz ancak dünya genelinde o kadar da genç değiliz. Ötesi salt genç olmak da yetmiyor, bu nüfusu yetiştirebilmek de gerekiyor. Fazla dikkat çekmese de Türkiye’de okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise düzeyindeki öğrenci sayısı 18,2 milyon. Buna önlisans, lisans ve lisansüstü 7,9 milyon genci de eklemek gerek. Bir de yaygın öğretim denilen halk eğitim merkezlerini içeren 11 milyonluk öğrenci grubu var. Topladığımızda bazı çift sayımları düşsek dahi 5-65 yaş arasındaki nüfusun yarısının eğitimde olduğunu görüyoruz. Devlet/özel fark etmez az sayıda itibarlı okul dışında eğitim kalitesinin geldiği noktadan hepimiz haberdarız, ötesi PISA sıralamaları acı gerçeği ortaya koyuyor. Özetle, genç nüfus nitelik kazandırılamadan yaşlanıyor ve Türkiye demografik tuzağa düşüyor. Böyle bir ortamda dış borç ve onun kaynağını oluşturan cari açık sorununu yalnızca döviz kuru ve faiz oranı seviyesinden incelememek gerekiyor. Çünkü dış rekabetin temelinde sermaye stokunun teknoloji düzeyi ve iş gücünün eğitim seviyesi ana faktörler. Elbette özellikle döviz kuru seviyesi de önemli, ancak geçici süreyle ve yoksullaşma pahasına. Türkiye 1946’da devalüasyon yaptı ve dış ticarette görece açık ekonomiye geçti. Beklenti şuydu; devalüasyonla Türkiye’deki mallar daha ucuz olacak ve yurt dışındaki gelişmiş ülkelerin teknoloji ve verimlilik avantajları dengelenecekti. Evdeki hesap çarşıya uymadı; 1947’den itibaren her yıl dış ticaret açığı verildi. Sonunda bugünlerdeki 128 milyar dolar rezerv satışında olduğu gibi Atatürk döneminde dış ticaret fazlası verilerek biriktirilen altın rezervleri eritildi. 1958’de yeniden devalüasyon yapıldı. Zamanla devalüasyonlar ve serbest kura geçişle yerli paranın değersizleşmesi sıcak paranın yağdığı 2001-11 arası hariç devamlılık kazandı. Geçtiğimiz yıl dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak döviz ve altın rezervlerini tükettikten sonra ‘rekabetçi kur’ ifadesini kullandı. Peki, rekabetçi kur ne demek? Sermaye teknolojisi veya emek verimliliğine dayalı olarak uluslararası ticarette zayıf kalındığında; toplumu yoksullaştırıp ucuz üretmeyi denemek demek. Fakat bu yöntemle yoksullaşma yaşandığı gibi kalıcı rekabet gücü elde edilemiyor. Çünkü ara malı ithalatı yaygınsa maliyetler yükseliyor ve neticesinde enflasyon oluşunca rekabette tekrar geriye düşülüyor. Haliyle geriye geleneksel olarak güçlü olduğumuz sektörlerle çevre hassasiyetinin olmadığı alanlar kalıyor. İlki Britanya’nın atıklarını almak ve İzmir’i zehirli gemi sökümü merkezi yapmak gibi doğa tahribatı pahasına ticaret. Bir diğeri doğal ve tarihi güzellikleri müstemleke memleket gibi döviz girdisi sağlayabilmek için yalnızca yabancıların ziyaret edebileceği hale getirmek. Sonuncusuysa Soğuk Savaş döneminde kalma bir yöntem ve en son 2002’de George Soros tarafından ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordudur” ifadesiyle dile getirilmişti. İktidarın dış politika çizgisi ve kara ordusunun mevcudunun azaltılması nedenleriyle bu onur kırıcı ticareti neyse ki istesek de artık yapamıyoruz. Özetle, artık yaşlanıyoruz. Ülke nüfusunun kabaca yarısı eğitim-öğretim hayatında ancak nitelik yoksunluğundan emek verimliliğini artıramıyoruz. Sürdürülemez dış açıkları döndürebilmek için sürekli ‘rekabetçi kur’ denemesi yapıp gittikçe fakirleşiyoruz. Dahası ara malı ithalatçısı olduğumuz ve borçların önemli bir kısmını döviz cinsi yaptığımız için uzun vadede yoksullaşmak da işe yaramıyor. Bu da yetmeyince bize önceki kuşaklardan kalmış doğamızı gönüllü tahrip ediyoruz ve memleketin eşsiz güzelliklerini yalnızca yabancılara sunuyoruz. 250 bin dolar karşılığı vatandaşlık veriyoruz o da yetmeyince satılabilir yeni arazi yaratabilmek amacıyla Kanal İstanbul gibi projelerin peşinde koşuyoruz. Şimdilik kanımızı satmıyoruz, ama geçmişteki tarihsel süreçler bunun da bir gün bir şekilde gerçekleşebileceğine işaret ediyor. En kötüsüyse bunun bir kısır döngü olduğu atlanıyor; yani ‘dibe vuralım, geri yukarı çıkarız’ ifadesiyle aslında bataklıkta olduğumuz gerçeği kaçırılıyor. Geride bıraktığımız her günün dönüşü olmayan noktaya bizi daha da ittiğini fark edemiyoruz.