Türkiye ile Şam arasındaki normalleşme, bütün o jeostratejik analizleri bir kenara bırakırsak her şeyden önce bir iç savaşın sona ermesi demek. On binlerce hatta yüzbinlerce insanın kanının dökülmesinin sona ermesi demek. Suriye Özgür Ordusu’na yakın grupların öfkesine, Türkiye içinde de ümmetin lideri Erdoğan ve AKP’yi destekleyenlerin hayal kırıklıklarına rağmen Ankara ile Şam yönetiminin ilişkilerini normalleştirmesi kaçınılmaz sonuca doğru ilerliyor. Er ya da geç, çok da uzun olmayan bir sürede Şam’la Ankara arasındaki diyalog ve barış sağlanacak. Bu kesin. Bir kez süreç 2015’te Rus uçağının düşürülmesinden sonra stratejik dengelerde meydana gelen değişiklikle birlikte Türkiye’nin Suriye’de kulvar değiştirme ihtiyacını dayatmıştı. Oportünizmi dış siyasetin mihenk noktası haline getiren hükümetten de aynı politikalarda daha fazla ısrar etmesi beklenemezdi zaten. Nitekim uluslararası toplumun öncelikler listesinde Esad’ı devirme hedefinin yerini IŞİD’la mücadelenin alması, Ankara’nın da Esad’ı devirme planının öncelikler sıralamasından yavaş yavaş gerilere doğru gitmesine ve bu kez, YPG ile mücadelenin öncelikler listesinin ön sırasına yükselmesine yol açtı. Zira Aynı anda hem Esad’ın devrilmesini hem de YPG’nin yok edilmesini istemenin, pek tutarlı bir yaklaşım olmadığı geç de olsa fark edildi. Bu, aynı anda “hem otorite boşluğu istiyorum (zira Şam yönetiminin Esad’ın yerine birini koymadan devrilmesini istemek otorite boşluğu istemek demektir) ama bu otorite boşluğunun bir kaosa yol açmasını ve dolayısıyla da pıtrak gibi örgütlerin çıkmasını istemiyorum” demektir ve birbiriyle tutarlı değildir. Türkiye uzun süre bu tutarsızlığı savundu ve sahada yürürlüğe koymaya çalıştı. İşte şu an gelinen nokta o dönemde devam ettirilen sürdürülebilir olmayan politikaların sonucudur. Türkiye ile Şam arasındaki normalleşme, bütün o jeostratejik analizleri, son derece girift ve sofistike yaklaşımları bir kenara bırakırsak her şeyden önce bir iç savaşın sona ermesi demek. On binlerce hatta yüzbinlerce insanın kanının dökülmesinin sona ermesi demek. Evet otoriter bir rejimin sultası altında da olsa, iç savaş ihtimalinin ortadan kalkmış olması, bir daha o kanlı sürece geri dönülmeyecek olması başlı başına takdiri ve desteği hak eden bir gelişme. Mevcut çatışma hâli, YPG ile Ankara arasındaki gerginlikler, son yıllarda Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getiren sürecin barış sürecine evrilmesi, Suriye’de adı ister Cenevre ister Astana olsun, bir şekilde silahların bırakılıp müzakerelerin başlaması anlamına geliyor ve bu, Suriye’nin yeniden toprak bütünlüğünü sağlaması, paramparça olmuş ulusal bütünlüğünü toparlaması, Suriye’nin artık daha fazla küresel güçlerin av sahası, ne bileyim vekâlet savaşları alanı olmaktan kurtulması demek. Bunlar az şey değil. Arap basınında Ankara’nın attığı bu adımın taktiksel mi yoksa stratejik mi olduğuna dair yazılar yayınlanmakta. Ancak bu yazıları kaleme alanların bir kısmı yakından tanıdığım insanlar ve Suriye muhalefetine yakınlıklarından dolayı bu sürecin Şam’la barışma noktasına gelmesini asla temenni etmediklerini biliyorum. O yüzden dua ediyorlar ki Ankara’nın bu adımları taktiksel kalsın ve sadece iç politikaya dönük adım olmaktan öteye gitmesin.
Suriye’de de Türkiye içinde de Kürt sorununa ilişkin taktiksel olmayan bir adımın atılması hem Suriye’nin selameti hem de bölgenin huzuru için kaçınılmaz, süreç oraya doğru gidiyor. Bunu göremeyenler, bütün olumsuz gelişmeleri iç ve dış mihraklara havale etmekten ve gelişmeleri eli kolu bağlı izlemekten başka bir şey yapmayacaklar.
Onları hayal kırıklığına uğratmak istemem, evet, Şam’la Ankara arasında ilişkilerin normalleşmesiyle ilgili özellikle de Türkiye’nin askerlerini Suriye’nin kuzeyinden çekmesi meselesi başta olmak üzere çok fazla zorluklar olduğu doğrudur ancak onların anlamadığı, Türkiye, halkıyla, iktidarıyla muhalefetiyle artık bu kanlı sürecin bitmesini istiyor. Dolayısıyla Suriye-Türkiye yakınlaşmasının sadece hükümetin bir temennisi olduğu söylenemez. İç politik gelişmeler, seçimlerin yakın olması ve mülteci meselesinin çözüm bekliyor olması…Bunların hepsi doğru, ancak bunların hiçbiri bu adımları taktiksel kılmak için yeterli değil. Kürt meselesine gelince bu meseleyi ne Ankara ne Şam ne de başka bir ülke kalıcı olarak çözmek istiyor, ancak iç ve dış gelişmeler bu çözümü bir şekilde aktörlere dayatıyor. Irak ülkedeki Kürt sorununu işgalden sonra belirlenen anayasa ile aşabildi ve şu an bölge ülkeleri içerisinde Kürt sorununun çözümünde en başarılı adımları atmış bir ülke. Ama Kürt sorunu ilelebet çözümsüz olarak kalamaz ve kültürel, siyasi ve yasal haklara dair birtakım adımların atılması gerekiyor. Ankara’nın ne içerde ne de dışarda çözüm sürecine ilişkin herhangi bir adım atmayı düşünmüyor olması, onun vizyonsuzluğuyla yakından alakalı. Şu an Türkiye, ülkenin geleceğiyle ilgili kararlar noktasında (EYT, asgari ücret artışı, genel Ekonomi politikaları vs. gibi konularda da görüldüğü gibi) her zamankinden daha fazla bir kişinin canının istediği gibi hareket ettiği bir noktaya evrilmiş durumda. Bu nedenle de bu konuda kalıcı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesi pek mümkün görünmüyor. Suriye’de de Türkiye içinde de Kürt sorununa ilişkin taktiksel olmayan bir adımın atılması hem Suriye’nin selameti hem de bölgenin huzuru için kaçınılmaz, süreç oraya doğru gidiyor. Bunu göremeyenler, bütün olumsuz gelişmeleri iç ve dış mihraklara havale etmekten ve gelişmeleri eli kolu bağlı izlemekten başka bir şey yapmayacaklar. Olayların peşinden sürüklenmek ya da gelecekte bir şekilde gerçekleşecek olanın gerçekleşmesini engellemeye çalışmak, sonucu erteleyebilir ama bütünüyle bloke edemez. Kısacası günün anlam ve önemini şu iki kelimede özetleyebiliriz: “Kaderden kaçılmaz.”