Devlet acılarımızı hafifletmekle yükümlü. Gel gör ki, kamu adına hareket etme yetkileriyle donatılanlar, ağır bir sorumluluktan ibaret olan bu yetkileri birer ödül gibi gördüklerinden, ortaya “yüzünü ölüme dönmüş insan topluluğu” çıkıyor. Yaklaşık 20 yıldır hemen her alanda maruz bırakıldığımız ağır baskılar, hak ve özgürlüklerimizin kısıtlanması, 2 yıldır üzerimize çöken pandemi şartları, ekonomik krizle de birleşince, hepimizi benim “kolektif depresyon” olarak tanımladığım toplumsal felaketin kıyılarına sürükledi. Sanıyorum ülke tarihinde yaşam enerjisi bu derece düşük bir dönem pek olmamıştır. Öfkemiz boyut değiştirdi de bıkkın bir tiksintiye dönüştü gibi görünüyor. Böyle kara kara yazmak ne kadar doğru diye düşünüyorum bir yandan. Fakat içinde bulunduğumuz ruh halini konuşmanın da teselli edici bir yanı olduğunu düşünüyorum. Herkes kocaman kocaman cümlelerle akıllar veriyor, çözümler dile getiriyor, ön görülerde bulunup tabii ki bol bol eleştiriyor. Peki ruhumuz? Yoksulluk intiharları, adaletsizlik intiharları, yaşam tarzına müdahale sebebiyle intiharlar yani özgürlük intiharları, nice sebepli başlık başlık intiharlar… Gencecik insanlar ölüyor. Enes Kara’nın intiharı bir sosyal cinayet. Hakkında konuşturmadılar bile. Konuşanları, bir gencin ölümü üzerinden siyaset yapmakla, dini aşağılamakla suçladılar. Suçlanmamak için susanlar oldu. Bu bir akıl yitimi. Bu nefesimizin durduğu nokta. “Kabul edilemez”den öte “Çıldırmış olmalısınız!” noktası. Bu hepimizin üzüntüden midesinin kasıldığı “Daha fazla bakamayacağım” dediği nokta. “Yeter” kelimesinin yıllar önce anlamını yitirdiği ülkelerdeki gibi bir uyuşma hali. Savaşta enkazların arasında top oynayan çocuklar gibi. Üstelik çocuk da değiliz. Mecburen gün içinde kendimizi düşünmekten kaçarken buluyoruz. Eminim. Bunu hepimiz yapıyoruz. Yaşayabilmek için. 16 yaşındaki Bahadır Odabaşı da intihar etti. Babası KHK ile ihraç edilmişti ve 4 yıldır tutuklu yargılanıyordu. KHK ile ihraç edilmiş insanların ve yakınlarının sosyal ölüme mahkum edildiği sık sık dile getirildi, getirdik. Fakat, bu sorunu çözmek için kimse kılını kıpırdatmadı. KHK ile ihraç edilenlerle beraber yakınları da meçhule terk edildi. İnsan değil de bir uzantı gibi. Herkesten empati yapmasını beklemek son derece yüksek bir beklenti olabilir fakat hak ve özgürlüklerin bireyler bazında bireylere özgü olduğunu bilmek için empati yapmaya da lüzum yoktur. Vebalı muamelesi yapılan bu insanların çaresizliğini anlamak ve çözüm üretmek sosyal devlet yükümlülüğüne dahildir.
KHK ile ihraç edilmiş insanların ve yakınlarının sosyal ölüme mahkûm edildiği dile getirildi. Fakat sorunu çözmek için kimse kılını kıpırdatmadı. İhraç edilenlerle beraber yakınları da meçhule terk edildi. İnsan değil de bir uzantı gibi.
Her gün şahit oluyoruz ki; sosyal devletsizlik öldürür. Her gün anlıyoruz ki, intihar değil cinayet. O gün biraz konuştuktan sonra unutuyoruz. Unutuyoruz diye kendimizi suçluyoruz ama unutmak aynı zamanda bir hayatta kalma refleksi. İnsan beyni o kadar acıyı aklında tutarak yaşamına devam edemiyor. Zaten hepimizin tek tek hatırlaması da gerekmiyor. Devlet denilen mekanizma aynı zamanda yurttaşların yerine acıları hatırlayan, bu acılardan ders çıkaran ve bir daha yaşanmaması için önlem almak durumunda olan bir mekanizma. Tabii Anayasamızda tarif edilen bir devlet mekanizmasından bahsediyorsak. Devlet acılarımızı hafifletmekle, yaralarımızı sarmakla yükümlü evet. Evet, bu kadar duygusal bir yerden tarif edebiliriz çünkü işin özü tam da bu. Gelin görün ki, kamu adına hareket etme yetkileriyle donatılmış olanlar, esasında ağır bir sorumluluktan ibaret olan bu yetkileri hak edilmiş birer ödül gibi gördüklerinden, ellerindeki sihirli değneği kamuyu değil kendilerini ihya etmek için kullandıklarında ortaya devcileyin bir “seslerini duyuramamaktan bıkmış, yaşam enerjisi yitmiş, yüzünü ölüme dönmüş insan topluluğu” çıkıyor. Kesinlikle “toplum” olmayan bir topluluk. İşte bu kibirden burnunun ucunu göremeyen çok yetkili beylerin omzuna iki tık tık yapıp “Kusura bakmayın ama o tepe tepe kullandığınız yetkileri size biz verdik” deme cesaretini gösterenleri ise teröristlikle suçluyorlar. Bunu yapamamaları için bu cümleyi cesaretle hep bir ağızdan kurmamız şart. Bu aynı zamanda bir hak. Yapmadığımız sürece, sosyal cinayetlerin artarak devam ettiğine ve her geçen gün biraz daha -meşhur suda pişen kurbağa misali- uyuşmaya ve unutmaya matuf yaratıklara döndüğümüze şahit olacağız. Bugün, yoksulluk çeken kişi, belki de bu tatsız tuzsuzluğu yoksulluğa yoruyordur. Hasta olan kişi hastalığa, yalnız olan yalnızlığa. Kendimce gözlemlediğim şu ki, en “çok şükür” diyebilen insanların bile bu grilikten etkilendikleri. Aç yatan öğrencilerin, haksız yere mahpus olanların, kepenk indiren esnafın, öldürülen kadınların, istismar edilen çocukların, hayalleri elinden alınmış gençlerin utancı var kafamızın bir köşesinde. Utanç, üzerimizde ağır kirli küflü yün bir yorgan gibi. Utançla gülüp, utançla yemek yiyoruz. Utançla arabaya binip, utançla rujumuzu sürüyoruz. Utançla kutlama yapıp utançla şükrediyoruz. Eğer şanslıysak bile… Yetkilerinin üzerinde tepinenler utanmadıkça biz giderek büyüyen bir utanç yumağına dönüşüyoruz. Arada umut gizlendiği yerden çıkıp kendini gösterse de yeterince ısıtmadan gözden yitiveriyor. Hiçbir dönemde olmadığı kadar umuda ihtiyacımız var. Bunun için de konuşmamız lazım. Birbirimizle konuşmaya devam etmemiz gerekiyor. Donmak üzere olan insanların uyumaması gerektiği gibi. Birileri yanlış anlamasın diye susamayız. Konuşmak hayatta kalma rehberimizin ilk maddesi. Konuşursak umuttan bahsedebiliriz.