Kendi ihtiyacımızı sakince dile getirmek yerine, suçlu arayarak, saldırgan ve hesap soran bir dil benimsediğimizde, her yeri sardığından şikâyet ettiğimiz dilin yeniden üretilmesine katkı sunuyoruz. İki cumhurbaşkanı seçiminde de İstanbul’daydım. Her ne kadar seçim süreci, Cumhur İttifakı’nın kullandığı saldırgan ve polarize edici bir dil içinde geçmiş olsa da 14 ve 28 Mayıs seçim günlerinin kendisi, aslında vatandaşların sergilediği olgunluk içinde geçti. Sokaklar genelde boştu. Bir yerden diğerine kolayca gidilebiliyordu. Elbette bunda seçim sürecinde kullanılan bu dilin daha sonra çatışmaya sebep olabileceği kaygısından kaynaklanması mümkün. Aynı olgunluk, sandık başında da genel anlamda bir sıkıntı yaşatmadı. Türkiye’de daha önce bir çok seçimde görüldüğü gibi, oy kullanma oranları yine oldukça yüksekti. Batı’daki bir çok demokrasi, Türkiye’de sıklıkla görülen bu orana ulaşmak ister. Bu siyasi olgunluğun, ülkedeki en az 70 yıllık hükümetlerin seçimle gelmesi şeklindeki pratikten kaynaklanıyor denebilir aslında. Katılım oranının yüksekliği ise insanların demokratik katılımının sıklıkla seçimden başka bir yolla gerçekleşmediğini gösteriyor. Ancak burada dikkat çekmek istediğim şey, bu iktidar süresince gerçekleşmiş olan en önemli şeylerden birisinin vatandaşların siyasi okur yazarlığının artmış olması yahut siyasi öğrenmede epey yol kat etmiş olması. Eskiden insanlar bitmeyen “ne olacak bu ülkenin hâli?” konuşmalarının sonunda kendi ilgisizliklerini yahut güçsüzlüklerini “herhalde sonunda askerler el atar” şeklinde dile getirirdi. Dolayısıyla vatandaşların siyasetle ilgilenmelerine yahut bir çaba içine girmelerine gerek yoktu. Ancak Türkiye’de medyanın zaten pek de yüksek olmayan güvenilirliğini uzun süre önce tamamen yitirmesi; gittikçe artan hayat tarzı kaygısı, otoriterleşme ile artan daralan özgürlük ve hak durumları insanları başka siyasi katılım yollarının arayışına yöneltti. En basitinden, on sene önce Gezi Parkı’na sahip çıkmak için başlayan olaylar, sonrasında parklarda haftalarca siyaset konuşan insanları yarattı. Bugün sadece seçimlerde müşahitliğe koşan değil, devletin herhangi bir eksikliğini gören toplumun -deprem, yangın gibi doğal afetler dahil- kendiliğinden bir şeyler yapmak için görev üstlendiğini izleyebiliyoruz. Bu sadece bir sivil toplum faaliyeti olmaktan çıktı üstelik. Bir çok meslek sahibinin mesleki sorumluluk anlamında ister ücretsiz avukatlık sağlamak ister başka mesleki faaliyet olsun bir toplumsal sorun karşısında çözüm için çaba gösterdiğini görüyoruz. Hatta bir adım ileriye gidersek, ülkedeki kültür savaşları ve polarizasyona rağmen, muhalefetin Altılı Masa adı altında birbirinden farklı akımları bir araya getirmesi ile, insanlar bahsettiğim siyasi farkındalıklarına ek olarak, belirli gruplara karşı olan önyargılarını aşarak, ortak noktalarda nasıl buluşabildiklerini keşfetti.
Seçim sonrası değerlendirmelerden birinde, toplum olarak yaptığımız bir takım davranışlara işaret edilerek bazı değerlerin korunmadığından söz edildiğini hatırlıyorum. Örneğin manzaraya engel oluyor diye ağaç kesmek ve kaçak kat çıkmak gibi.
YA SİYASİ DİL? Toplum, tarihi sebepler ve kendi iç dinamikleri sayesinde, yirmi seneden fazla süren bir iktidarın, bir çok alandaki hegemonyasına rağmen oldukça dirençli. Ancak iktidarın toplumun üstünden adeta silindir gibi geçeceğini bir zamanlar söylemiş olan Nuray Mert’i haklı çıkarırcasına[1], toplumun direncine çok da rastlanmamış bir alan var. Her yere egemen olmuş kuralsızlık ama en az bunun kadar kötü olan buyurgan ve hoyrat bir dilin bir çok ilişki anlamında egemen kılınmış olması. Bu anlamda muhalefetin yeni bir kaybıyla sonuçlanmış olsa da bu seçimin Altılı Masa’nın sergilediği çatışmadan uzak dilin bir örneğini sergilemesi açısından çok önemli olduğuna inanıyorum. (En azından seçimin ikinci turuna dek). Saldırgan, başkaları için kötü sıfatlar kullanan, provoke edici bir dili sadece siyasette değil hayatın hiçbir alanında istemediğimizi düşünüyorum. Ama, nezaket ve şiddetsiz iletişim[2] dili ihtiyacını toplum olarak yeterince vurgulamıyoruz. Hatta herhangi bir konunun sakinlikle konuşulmasını engelleyen bir dil kadar, dayılanma dilinin de hakimiyeti hüküm sürüyor. Örneğin, üyesi olduğunuz bir Whatsapp grubunda çok fazla mesaj aldığınızı düşünelim. Bu derdinizi nasıl anlatabilirsiniz bir düşünmenizi dilerim. Üyesi olduğum bir grupta şunun yazıldığını gördüm: “Neden yönetim bildirimleri bana da geliyor, bunu açıklayın sayın yönetici”. Bu mesajın ertesinde, bu mesajı yazan üyeye bir başkası nezaketle “beni gruptan çıkarabilir misiniz diyebilirsiniz” dediğinde, elimde olmadan kalp koydum. Çünkü saldırgan bir dil kullanmak yerine yapıcı bir öneri getirmişti. Elbette bu öneri de bir başka anlaşmazlık kapısı açmanın yolu. Zira “siz bana öneriyle gelmek yerine kendi işinize bakın” tarzı bir azar adeta kapıda bekliyor diye düşündüm. Neyse ki bu gerçekleşmedi. SOSYAL MEDYANIN OLUMSUZ ETKİSİ Vurgulamak istediğim, kendi ihtiyacımızı sakince dile getirmek yerine, suçlu arayarak, saldırgan ve hesap soran bir dil benimsediğimizde, her yeri sardığından şikâyet ettiğimiz dilin yeniden üretilmesine katkı sunuyoruz. Dolayısıyla “ben bu grupta bu kadar mesaj almamak için ne yapabilirim” yazarak, konuyu kimseyi suçlamaksızın kendi ihtiyacınızı dile getirerek yapmak ve katılımcılardan bir sürü fikir almak mümkünken o sıradaki kızgınlığımıza teslim olmayı seçiyoruz. Yahut sosyal medyada yazdığı şeyleri beğenerek okuduğum birisinin kendisine gereksiz yere saldıran bir başkasına “sen ne anlarsın dallama” tarzı bir cevap verebildiğini de gördüm. Seçim sonrası değerlendirmelerden birinde, toplum olarak yaptığımız bir takım davranışlara işaret edilerek bazı değerlerin korunmadığından söz edildiğini hatırlıyorum. Örneğin manzaraya engel oluyor diye ağaç kesmek ve kaçak kat çıkmak gibi. Yahut korna çalmak veya caddede bir çok aracın park edip yolu tıkamasından şikâyet ederken, yeri gelip aynısını yapmak. Kadın-erkek ilişkilerinde eşitlik temelli yaklaşımı kendi ilişkilerimizde uygulama konusunda çaba göstermemek. Yahut ailecek gittiğiniz bir lokanta masasında nezaketle konuşurken, iş garsondan bir şey istemeye gelince, “siz” yerine “sen” diye hitap ederek, ona buyurganlık sergilemek. Bir anlamda, Türkiye’de bu iktidar ile yaygınlaşmasından veya artmasından rahatsızlık duyulan bir çok şeyin parçası olduğumuzun farkında bile olmayabiliyoruz. Eğer Türkiye toplumu, bugüne dek siyasetin geride kaldığı bir takım konu ve değerleri gündeme taşımayı becerdiyse yahut kendi değerlerini yaşatarak muhafaza edebildiyse; siyasi farkındalığını geliştirerek yeri geldiğinde siyasete katkı sağladıysa; o zaman önem verdiği değerlerin nasıl hayatın her alanında uygulanabileceğini de kendi hayatında daha çok yaşayarak ortaya koyabilir. Belki bu da yeni bir direnme biçimidir. Şikâyet edilen söylemin parçası olmamak için uğraşmak. Bunun kolaycılığına kapılmamak. --- [1] Nuray Mert’in bu yazıyı Radikal’de yazdığını hatırlıyorum ancak gazete kapandığı için maalesef referans veremiyorum. [2] Şiddetsiz iletişimin ne olduğunu Anlaşabiliriz adlı podcastimde Birsen Atakan açıklamıştı. Buradan dinleyebilirsiniz: https://on.soundcloud.com/AfUwL