Ülkede yaşayan Suriyelilere yönelik bakış, son dönemde kontrolsüz biçimde ülkeye gelen “genç”, “erkek” Afganistanlılarla birlikte farklı bir noktaya taşındı. Artık kimliği ve geldiği ülkeden bağımsız olarak Türkiye’de bulunan tüm yabancılar, potansiyel tehdit olarak görülüyor. Yapılan bazı araştırmalarda yabancıların ülkelerine dönmesini isteyenlerin oranı yüzde 90’nın üzerinde. Bu sonuçta, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ve içeride yaşanan kutuplaşmanın önemli payı olduğu kuşkusuz. Düşünün ki, siyasi iktidara yakın kesimler çok uzak olmayan zamanda gelenlere karşı sahip oldukları “misafirperverlik” ve “Ensar” olma yerini “ayrımcılığa/ırkçılığa” bırakma kıvamına geldi. UCUZ İŞ GÜCÜ OLDULAR İster resmi ister gayri resmi rakamları veri kabul edelim, ülkelerinde savaştan kaçarak Türkiye’ye gelen 5-6 milyon Suriyeli var. Ülkeye gelen Afganistanlıların sayısı da her gün artmaya devam ediyor. Ülkeye gelenlerin büyük kısmı da büyükşehirlerde yaşıyor. Resmi kayıtları (ülkeye giriş kaydı), dışında devlet denetiminin dışında kendi hayatlarını kurmaya çalışıyor. Devlet tarafında verilen kimliklerle bazı sosyal haklara ve önceliklere sahip olsalar da, onlar hep “içimizdeki yabancı ötekiler”. Suriyeliler bulundukları illerde, çok azına verilen çalışma iznine rağmen çoğunluğu ekonomiye ucuz işgücü oldular. Bunun karşılığında zor koşullarda yaşamaya çalışıyor. Ve bu durum birçoğunun kendi tercihi değil, zorunluluğu. Bu gerçeği bilen bazı AK Partili yetkililer, Suriyelilerin gönderilmesinin ekonomiye büyük zarar verceğini; ekonominin çökeceği gibi abartılı iddialarda bulunuyorlar. Çünkü bunu söyleyenler için, Suriyeliler, kendi vatandaşından daha ucuza, daha kötü şartlarda çalışan insanlar. Dahası yakın gelecekte kendi doğal seçmenleri. Şimdi bunlara Afganistan’dan göç edenler ekleniyor. Ancak Afganistan’dan göç edenlerin genç ve erkek olması dikkat çekiyor. Dahası onları Türkiye’ye yönlendiren neden ne o da belirsiz. Sonuç olarak Türkiye, Suriye gibi Afganistan’a sınır değil. Bu denetimsiz ve kontrolsüz göçün tek nedeni, ABD’nin ülkeden çekilmesinden sonra iktidarın orada jandarmalığa soyunma söylemi olamaz sanırım. Yakın geçmişte Suriyeliler deneyimine sahip olmasına rağmen siyasi iktidar/kamu otoritesi tarafından sınırlarda ne bir denetim, ne bir kontrol var. Sınır komşusu olmamasına ragmen Afganlılar, ülke içine kadar gelip otoyol kenarlarında bindikleri tırlardan salınıyorlar. Ve siyasi iktidar, kamu bunu önlemek için hiç bir tedbir almıyor. Almak istemiyor. Ya bir şey biliyorlar, ya bir şey istiyorlar ya da bunlarla ilgili bir ajandaları var. Hepsini göreceğiz. PEKİ BURADA KALACAKLAR NE OLACAK? Bu bağlamda yüzleşmemiz gereken bir başka gerçek ise ülkede bulunanların bir kısmının ülkelerinde savaş sona erse de, Türkiye’de yaşamaya devam edecekleridir. Ki savaş, büyük ölçüde sona ermiştir. İnsanlar tatillerde ülkelerine dönmektedirler. Ve her koşulda Türkiye’de kalacakların sayısını en aza düşürmenin yolu, Esat’la anlaşarak, bu insanların ülkelerine dönebilmeleri konusunda yasal güvenceler sağlama konusunda diplomasi yürütmek olacaktır. Onun dışında eğer onları zorla sınır dışı etmeyeceksek, bu durumu veri kabul ederek buna uygun politikalar geliştirmek durumundayız. Bunu başaramazsak, Suriyeliler de, Afganistanlılar da orta ve uzun vadede ülkede yaşanacak pek çok kriminal olayın baş aktörü olma riski taşımaktadır. Bunun önlenebilmesi için yapılması gereken bu insanların ülkemize “asimile” edilmesi değil, topluma “entegre” edilmeleridir. UYUM STRATEJİSİ ŞART Bu gerçekler ışığında tercihimiz insani olandan yani entegrasyon olmak zorundadır. Bunu sağlamak ise merkezi idarenin, yerel yönetimlerle koordineli çalışarak bir “uyum stratejisi” geliştirmesi ile mümkün olabilir. Bu stratejinin ana hedefi Suriyelilerin yaşadıkları yerlerde ülkeye uyumunun sağlayarak entegre olmalarıdır. Bunun en büyük aracı da kuşkusuz “dil”dir. Yani öncelik bu insanlara özellikler de gençler ve çocuklara Türkçe öğretilmesi olmalıdır. Dile verilecek öncelik ancak dilin kullanımı, dili kültürel olarak beslemek, ortak bir dili konuşanların ortak bir kültür üretmesi ve onun üzerinden bir iletişim dili üretilmesi ile anlamlı olacaktır. Geçtiğimiz günlerde İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Ofisi Türkiye Temsilciliği arasında imzalanan işbirliği anlaşması bu süreçte olumlu bir iyi örnektir. Bu örneklerin çoğaltılması gerekmektedir. Aksi içinde ülke/şehirler içinde gettolaşma ve iletişimsizlik olur ki, bunun maliyetinin daha ağır olacağına şüphe yok. GELİYORUZ TEMEL SORUNA İktidar bizden Suriyeliler karşı Ensar olmamız beklerken, bunun karşılığında AB ile bir “geri kabul” anlaşması yapmış ve bunun karşılığında ekonomik yardım almıştır. Bu açıdan siyasi iktidar AB’den gelen ekonomik yardım karşılığında ülkeyi Suriyelilere tampon bölge yapmayı iradi olarak seçmiştir. Suriye’deki iç savaşın sonuçlarından biri olan “göç” konusunda insani sorumluluğu paylaşmak yerine, bu sorumluluğu ekonomik yardım karşılığında tek başına üstelenmeyi tercih etmiştir. Bu açıdan hata başından yapılmıştır. Dahası bu politikada ısrar, Batıyla da Rusyayla olan ilişkileri olumsuz etkiliyor. Ve ülke olarak iki tarafa da bedellerini ilerde ödeyeceğimiz tavizler verdik. Vermeye de devam ediyoruz. Benzer bir hata Afganistan’dan gelenler konusunda yapılıyor. Siyasi iktidar, Rusya ve ABD ile olan ilişkilerde bu açıdan “ulusal çıkar”dan çok iktidar olma halinin sürdürmeyi hedefleyen bir “taviz politikası” izlemektedirler. Bu açıdan şu anda hem Batı hem de Rusya ile süren ilişkiler bir çıkar ilişkisi değil, bedelleri zaman içinde ortaya çıkacak bir taviz ilişkisidir. Sonuç olarak, burada mesele mülteci karşıtlığı ya da seviciliğidir. Sorun zamanında siyasi olarak göz yumulan; kontrölsüz ve denetimsiz göçtür. Bu açıdan göçmenler ve mülteciler siyasetin kurbanlarıdır. “Seviyorsan evine al”, “ek vergi” vs. türü söylem ve politikalar ucuz, popülist söylemden başka bir şey değildir. Bununları söyleyenlerin yapması gereken, siyasetin tedbir almasını sağlayacak siyasal katılım ve talep olmalıdır. Çünkü sorun ciddi ve derindir.