Dünyanın her yerinde, muhalefete laf söylemek, tavsiye ve ayar vermek, eleştirmek kolaydır. Zor ve değerli olan, bunu ceberut iktidarlara karşı da yapabilmektir. “Siyaset bilimcilerden Altılı Masa’ya açık mektup” imzacısı hocalarımdan talebim, aynı tonda, benzer kalıpta soruları AKP-MHP bloku liderlerine de sorabilmeleridir. Geçtiğimiz hafta, yarıya yakını yurt dışındaki üniversitelerde çalışan 70 akademisyenin imzasıyla “Siyaset Bilimcilerden Altılı Masa’ya Açık Mektup” adlı metin yayınlandı. Türkiye’de ortak bildiri yayınlayana “kesilen racon”, benim hafızamda Barış İçin Akademisyenler bildirisiyle eşleştiği için özellikle ciddiye aldım ve dikkatle okudum. Bilhassa siyaset bilimi hocalarının siyasete müdahil olmalarında hiçbir sorun görmüyorum, aksine çok hoşuma gitti, koşulsuz ifade özgürlüğünden yana biri olarak devamını da dilerim. Metinde dile getirilen çoğu haklı noktalar pek çok siyasi tavır sahibi vatandaşın ve benim zihinlerimizde yer eden noktalara işaret ediyordu. Üzerinde hâlâ tartışılıyor ve fikir yürütülüyor olmasını da çok değerli buluyorum. Elbette, kurgulanan dilin üstenciliği gibi noktalar eleştirilebilir. Buraya kadar hiç sorun yok! Geçtiğimiz pazar günü, bir başka PolitikYol yazarının metne karşı kaleme aldığı, sonradan editoryal olarak özür yayınlayarak kaldırılan, ayarı kaçmış yazısından sosyal medya aracılığıyla haberim oldu. İşte burada sorun başladı, sonrasında da film koptu; yayın mecrasına yönelik sorumsuzluk ithamları ve “filanca bir daha yazmasın”lar uçuşmaya başlayınca, bence haklıyken haksız hâle dönüşmek deyiminin canlı halini izlemeye başladık. Kimsenin kimse hakkında o artık şu mecrada yazmasın demeye hakkı olmadığını düşünüyorum ve Murat Aksoy’un özeleştirisini de içeren sarı öküz metaforuna katılıyorum, çünkü “o yazmasın” lafı, asla o yazmasınla sınırlı kalmaz, bir süre sonra “bu da yazmasın”, “şu da yazmasın”a dönüşür. Kimin yazıp yazmayacağına sorumlu müdür ve editör karar verir; dizayn bilimi hocaları değil! Altılı Masa’da olan genel başkan danışmanlarının kişisel polemiği olarak da algılanabilecek tartışmaya dahil olmak bir niyetim yok, ancak metinle ilgili bir noktaya dikkat çekmek isterim. İlk olarak, Altılı Masa’ya yöneltilen altı sorudan tek gereksizi olarak gördüğüm, belki de biraz tahrik etme amacı taşıyan altıncı soruya ilişkin fikrimi belirteyim. Hocalar soruda Altılı Masa’ya yönelik olarak özetle diyorlar ki, alacağınız kararların çok önemli sonuçları olacak ve olası başarısızlık halinde bütün ülke olarak çeşitli bedeller ödeyeceğiz. Siz de bedel ödeyecek misiniz? Yani şimdi, gerçekten de o muhalefet liderleri, olası başarısızlık durumunda seçimin ertesi gününden başlayarak sabah beşte ters kelepçeyle alınma riskini görememiş olabilirler mi? Hocalar, liderlerde böyle bir farkındalık olmadığına inanıyor olmalılar ki öyle bir soru soruyorlar. İlginç gerçekten. Ortada Demirtaş gibi bir örnek varken üstelik… Esas üzerinde düşündüğüm nokta ise daha farklı bir yer. Dünyanın her yerinde, muhalefete laf söylemek, tavsiye ve ayar vermek, eleştirmek kolaydır, çünkü elinde yönetsel güç olmayan bir yapının tehlikesi yoka yakındır. Zor ve değerli olan, bunu iktidara karşı da yapabilmektir. “Siyaset bilimcilerden Altılı Masa’ya açık mektup” imzacısı hocalarımdan talebim, aynı tonda, benzer kalıpta soruları AKP-MHP bloku liderlerine de sorabilmeleridir. Böylelikle muhalif kişiliklerini daha kolay sergileyebilirler. Benimki de hayal ya, hazır sormaya başlamışken mesela 70 siyaset bilimi hocası bir araya gelse, yarısı yurt dışından olduğu için de eşit risk almasalar, tuzu kuruların ismi daha üste yazılsa, iktidar liderlerine hitaben bir metin kaleme alsalar, deseler ki, Cumhurbaşkanı niye bu kadar otoriterleşti? Bu bir başkanlık sistemi mi, başkancı sistem mi? Seçimden hemen önce, en son seçimde en yüksek üçüncü oyu alan parti hakkında bütünüyle Anayasaya aykırı bir tedbir kararı niye alınıyor? Böyle gidilen bir seçim demokratik olacak mı? Başkanlık seçiminde aday olabilecek bir belediye başkanının siyasi kariyeri neden çeşitli ceza hukuku oyunlarıyla kesilmek isteniyor? Bunun geçmişte sayın Cumhurbaşkanı hakkında ifade özgürlüğü ihlaliyle verilen mahkûmiyet kararı ve “muhtar bile olamaz” denerek konan siyaset yasağından farkı var mı? MHP lideri suç örgütü liderleriyle yakınlığı konusundaki eleştirilere neden bu kadar sessiz? Sorsunlar yani… Ancak, bir nokta var ki, müdahil ve taraf olmak benim için bir ahlaki bir zorunluluk:  “Benim gibi defalarca işten atılmış, işsiz kalmış, özel hayatı dahil her şeyi gözler önüne serilmiş, hapis yatmış birine bundan sonra ödeteceğiniz tek bedel olabilir; beni sevdiklerimden ayırmak. Evet ben bedel ödedim. Bu metni “yazanlar” hangi bedeli ödedi, onu henüz bilmiyorum.”
Ben insan hakları aktivizminden ötürü 2017’de girdiğim Silivri 9 No’lu Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda B-2 numaralı hücrede kalıyorken, B-10’da kalan Murat Aksoy’a yukarıdaki satırları yazdırmak, en hafif deyimle ayıp etmek olmuyor mu?
Arkadaşlar, ben KHK’lıyım, bir günde tüm akademik kariyerim sıfırlandı. İhraç edildiğim 29 Ekim 2016’da doçentlik başvurumu yapmıştım, şu an o sistemden kimlik numaram dahil her şey kazınmış durumda. 22 yıllık avukatlık ruhsatnamemi görmezden gelen idare, avukatlık yapmama hâlâ izin vermiyor. Baro kabul etse de iki kere üst üste Bakanlığın açtığı dava ile avukatlık hakkını kaybettim. Pasaportum iptal edildi, üç kere başvurdum, hala yanıt alabilmiş değilim, altı yıldır pasaportum yok. Önceden yazı yazdığım mecraların çoğu ya kapatıldı ya da kapanmak zorunda kaldı. KHK’ya konu olan yazılarımın yargılandığı ve bir başka öğretim üyesinin ihbarıyla hakkımda açılan davadan beraat etmek için 4 yıl uğraştım, sonunda beraat kesinleşti. Bir grup insan hakları aktivistiyle daha önce onlarcasına katıldığım bir insan hakları atölye çalışması sırasında göz altına alındığım ve tutuklandığım davadan hapis yattım; Yargıtay beş yıl sonra daha geçen ay Büyükada davasında bozma kararı verdi de cezaevinin kenarından döndüm. Ben insan hakları aktivizminden, kamuoyunda Büyükada Davası olarak bilinen bu davadan ötürü 2017’de girdiğim Silivri 9 No’lu Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda B-2 numaralı hücrede kalıyorken, B-10’da kalan Murat Aksoy’a yukarıdaki satırları yazdırmak, en hafif deyimle ayıp etmek olmuyor mu? Bazılarımızın üzerinden silindir geçmişken, bu sadece bizim gerizekalılığımız, büyük akademik özgürlük ortamı sunan vakıf üniversitelerinde tatlı tatlı hocalık yapmak da o meslektaşların büyük zekalarının sonucu mu? Bedel talep edenlerle aynı masaya oturmak için, en azından bizim aldığımız risklerin yarısını üstlenmesini bekliyoruz hocalardan. Yukarıdaki önerimle başlanabilir…