Erkeğin bağımlı konumunun üretildiği ana mekanlardan biri sokaktır. Sokakta kadın kimliğine göz geçirmemiz için, öncelikle yeni sosyal hareketlerin, küreselleşme süreci karşısındaki konumuna yani “direnişine” bakmamız gerekmektedir.
Erkeğin bağımlı konumunun üretildiği ana mekanlardan biri sokaktır. Sokakta kadın kimliğine göz geçirmemiz için, öncelikle yeni sosyal hareketlerin, küreselleşme süreci karşısındaki konumuna yani “direnişine” bakmamız gerekmektedir. Bu direnişin söz gelimi genel hattı, ise sokakta “makro-mikro” iktidarın merkezileşmesidir.
Sokak, kadınlara dönük söylemlerin üretildiği alanlardan biridir. Hem politik partiler, sivil toplum örgütleri hem de bireysel gruplar ve kişiler yüzlerini sokağa çevirmişlerdir. Yeni sosyal hareketleri de “katılımın” çevrelendiği yeni “seslenme” alanları olarak çağırmak mümkündür. Merkezde ise, katılımın kadınları etkileyip etkilemediği sorusu önem taşımaktadır. Ya da hangi konular etrafında “katılımın” toplandığı bilgisidir üzerinde durulması gereken.
Samuel Huntington, ideolojinin ve süper güçler arasındaki ilişkilerin tanımladığı kamplaşmaların yerini “
kültür ve medeniyetin” tanımladığı kamplaşmaların aldığını belirtmektedir. Burada söz konusu olan, küreselleşmenin kendi kavramsal varlığında aranan “sınırlar ve kültürel sınırların çatışık” alanıdır. Huntington devam eder: “Siyasal sınırlar gitgide kültürel sınırlarla anlam kazanıyor bu demek oluyor ki, etnik, dinsel sınırlarla ve medeniyet sınırlarıyla çakışacak şekilde yeniden çizilmektedir
[1]”. Huntington, bu bağlamda yeni dünyada çatışmaların kaynağının esas olarak ideoloji ya da ekonomi değil “kültür” olacağını vurgular.
Medeniyet ya da uygarlık, şehirleri, bölgeleri, etnik grupları, ulusları, dini grupları “kültürel bir kimlik” olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda, küreselleşme teorisinin sosyal ilişkilerin yerel bağlamdan kaldırılmaya odaklanmasından ziyade, “kültürel melezleşme” kavramıyla yüz yüze olduğumuz kanısındayım ki bunda şaşırılacak genel bir bağlam yoktur.
Dünya ekonomisinin dönüşümü, ulusal ekonomilerin durumu, göç olgusu, küresel kültürün karşısında duran “kimlik” mefhumu gibi toplumu değiştiren/dönüştüren özel bağlamlar vardır. Küreselleşmenin etkileri birçok farklı alanda olabildiği gibi, melez ideolojilerle ve farklı yeni sonuçlarla ideolojilerin maskesinin düşmesine neden olmuştur. Ekonomik, siyasi, hukuki ve kültürel boyutlarla eklemlenen gündemler söz konusudur. Küreselleşmenin, hangi alanda olursa olsun yerellikler ve ulusallıklar bağlamında bilgi akışkanlılığının ve hareketliliğin de tezahürü olduğu söylenebilir. Öyleyse, bütün tartışmalarla birlikte düşünüldüğünde, hala küreselleşme sürecinin devam ettiği söylenebilir mi?
Küreselleşme terimi, ilk ortaya çıktığı 1960’lardan itibaren hem popüler hem de akademik literatürde, bir süreci, bir durumu, sistemi, gücü ve dönemi tanımlamak için kullanılmıştır. Küreselleşmenin “(süreç olarak)” daha fazla küreselleşmeye (durum olarak) yol açtığı şeklindeki doğruluğu herkesçe kabul edilen önerme, nedenler ve sonuçlar arasında anlamlı analitik ayrımlar yapmamıza olanak” vermektedir.
“
Küreselleşme gerçekleşiyor şeklinde olan popüler ifade üç önemli bilgiyi içermektedir, dördüncü önerme ise yeni gelişmelerle eklemiş olduğum küreselleşmiş gündemlerin göçlerle gelen “duvarlar ve köprüler” arasındaki metaforik ilişkiselliktir:
- Bunlardan birincisi 16. yüzyıldan beri adım adım ortaya çıkan modernite durumunu yavaş yavaş geride bırakmakta olduğumuzdur.
- İkincisi, küreselliğin yeni bir durumuna (postmodernite) doğru yol aldığımızdır.
- Üçüncüsü ise, buraya henüz ulaşmamış olduğumuzdur.
- Dördüncüsüyse Toplumsal alanda fragman olarak kalan “duvarlar ve köprüler” inşa etmektir.
Küreselleşme sürecini, kimlikler ve farklılıklar bağlamında ele aldığımızda, postmodern siyasetin öznesi, “anti-ırkçılık, ekolojik hareketler, anti-cinsiyetçilik, anti-kapitalizm” gibi hareketler olmaktadır. Postmodern siyasi felsefe, “haklar” kavramını bireye ait ama kolektif olarak da uygulanabilen ve “başka başka olan her bireyin eşit” olarak sahip olduğu haklar olara tanımlar. Yeni sosyal hareketleri bu çerçevede ele almak gerekir. Modern kimlikleri etnik, ulusal, siyasal diye adlandırabilirken postmodern kimlikler daha “çoğul” olarak karşımıza çıkmaktadır. Postmodern kimlik siyaseti bu nedenle modernizmin üzerinde durduğu iki temel boyuta işaret eder: Bunlar rasyonalite ve evrenselliğe karşı eleştirel bir yaklaşım getirme konusundaki çıkmaz ve belirsizlik algısıdır.
Yeni toplumsal hareketlerin içinde, her tür hareketin içinde katılıma açık olup olunamayacağı gerçeğini taşımasıdır. Bu durum daha çok, kendi içinde “özgürlükçü olmayan köktenci akımlar ve yerel gruplar” özelindedir. Kadın hareketlerinin çeşitlerini göz önüne konumlandırabilmek de “
ayrımları” gündeme taşımaktadır.
Bir başka ayrım noktası ise, küreselleşme sürecine
ulusalcı/milliyetçi bir temelde karşı çıkan hareketler arasında ortaya çıkmaktadır.
Ancak ele alınacak nokta, yeni toplumsal hareketlerin, toplumsal bir hareketin politik yönünden çok, yerleşik “normlar, değerler ve kimlik” yapılarında değişim taleplerini içeren “kültürel” boyutunu öne çıkarma eğiliminde olmasıdır.
Aslında, postmodernliğin koşullarına uygun olarak, akışkanlıktan performansa doğru bir kayma söz konusudur. Bu çok “yeni bir alandır” toplumsal cinsiyet açısından.
Aslında, postmodernliğin koşullarına uygun olarak, akışkanlıktan
performansa doğru bir kayma söz konusudur. Bu çok “yeni bir alandır” toplumsal cinsiyet açısından. Bugünün toplumsal ve siyasal döneminde “şiddetin” kökenine inmek için esaslı gördüğüm bir kavramdır. Aynı zaman da “kesişimsel” uğraklarda, şiddetin eğilimlerini de açıklamaya yardımcı olur.
Örnekler arasında,
feminist ve queer (Judith Butler) akımlarca gerçekleştirilen “
bedeni hatırla” sloganları ile birlikte düşündüğümüzde, cinsiyet, din, ırk meselelerinde, duygulanımlarda hatta ekolojide maddi olmayan bir ürün üreten
her emek biçimi temel performans olarak kabul görmektedir.
Küreselleşmiş ve keskin bariyerlerle inşa edilen duvarlarla birlikte, farklılığın yeniden icadı olgusunun, kısmen yerel toplumlar düzeyinde oluştuğu ve kısmen de kimliksel partikülarizmlerin (parçalarının) şiddetlenmelerine neden olduğu açıkça görülebilir.
Feministlerin çoğu, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin inşasının Foucault’un iktidar anlayışına dayanarak açıklanabileceğini göstermiştir. Bunlardan Sandra Lee Bartky, Jana Sawicki, Susan Heckman, Judith Butler, Jennifer Terry ve Susan Bordo’nun çalışmaları, “Fukoyen iktidar nosyonunun” toplumsal cinsiyet eşitsizliğini nasıl başarılı bir şekilde açıklayabildiğinin örnekleridir. Bu yazarlar,
direniş ve değişim fırsatlarını açığa çıkarabilme adına, kadınların gündelik yaşamlarına damgasını vuran toplumsal cinsiyet ilişkilerinin “
kültürel özgüllüğe” sahip biçimlerini vurgulamışlardır.
Foucault tüm ilişki ve etkileşimlerin iktidar ilişkileri olduğuna inanır. Gündelik ilişkilerimiz ve habitus (yaşam biçimi) de buna dahildir. Bunun nedeni, birbirleriyle herhangi bir türden ilişki içinde olan insanların birbirlerinin davranışlarına bir yere kadar da olsa
nüfuz (etki) edebilme biçimleri ve gücüdür.
Feministlerin çoğu, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin inşasının Foucault’un iktidar anlayışına dayanarak açıklanabileceğini göstermiştir.
İktidar teorisi, kadının günlük hayatının zapturapt altına alınışı üzerine çalışan feministlerce en çok başvurulan “iktidar ilişkileri” tartışmasıdır. Direniş ise iki biçimde işlemektedir. İlki, gündelik iktidar ilişkilerinin içkin bir bileşeni, diğer bir değişle sabit bir var olma biçimidir. İkincisinin ise direnişin var olan özgürlük pratiklerinin arttırılması yoluyla tahakküm durumlarından kaçmaya yönelik “bilinçli bir çaba” olduğu söylenebilir.
Hareketin odak noktasında “kadın kimliğine” bu açıdan yaklaşmak gerekmektedir. Hareketin merkezinde
makro ve mikro iktidar ilişkileri, çevrede ise
ritüeller görünür duruma gelir. Yani “kültürel taktikler”.
TOPLUMSAL HAREKETLER
Yeni sosyal hareketlerle ilgili çalışan pek çok araştırmacı, hareketlerin başlangıcının Amerika ve Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri olduğunu düşünmektedir. Hareketler, Fransa ve Amerika’dan sonra bütün Avrupa’ya yayılmış 68 hareketi, Batı’nın istikrarlı demokrasileri açısından yeni bir gelişme olmuştur. Çünkü bu hareket, açıkça bir kültürel kopuşu ifade etmektedir. “
Hareket, modernitenin temel varsayımlarından biri olan ilerleme fikrini sert bir şekilde sorguluyor; anarşiyi hiyerarşiye, bireysel özgürlüğü kolektif değerlere üstün tutuyordu[2].” Modernizm sonrası dönem ya da post modern toplumsal ilişkiler ağında, içinde bulunulan dönem,
farklılık/kimlik taleplerinin siyasallaşıp
kamusal alana taşındığı evreyi oluşturmaktadır. Mary Kaldor, yeni sosyal hareketlerin özellikle
barış, çevre, üçüncü dünyanın yoksulluğu, cinsiyet, demokrasi, yurttaşlık hakları gibi konuları ele aldığını ve seslerini bu şekilde duyurduklarını ifade etmiştir
[3]. Burada toplumsal hareketler hem bir kültürel tasarı hem de çatışma alanıdır. Bu hareketlerin hedef stratejilerinde
kamuoyu ve medya desteği sağlamaya çalışan profesyonel sosyal hareket örgütleri ve aydın olduğunu iddia edenler ve/veya aydınlar vardır. Touraine, toplumsal hareketler ile demokrasinin birbirine sıkı bir şekilde bağlı olduğunu da belirtir
[4].
Denklem 2
Türkiye’de kadın hareketlerinden bir örnektir. Bu yeni sosyal hareketin temel konuları arasında, Türk ve Kürt kadınları (ki bu ayrımlar tartışılır ve medyadaki temsilleri örnek gösterilebilir), namus, barış, şiddet gibi gündemler yer alır. Bunlar Türkiye siyasetinin temel gündemleri olarak sıralanabilir. Hareketin merkezinde makro ve mikro iktidar ilişkisi vardır. Direnişin çevresinde ise “özgürlük söylemi” ön plandadır. Fotoğraf, bianet cumartesinden alınmıştır. Bu konunun ayrıntısı için bkz.
http://www.bianet.org/biamag/kadin/123109-4-sinif-vatandaslik-turkiye-de-kurt-iran-da-turk-kadini-olmak.
Yeni sosyal hareketler, bir anlamda insan hayatının bireysel yönlerini dünya kamuoyunda da sıklıkla yansıtmaktadır. Kürtaj üzerine yoğunlaşan hareketler, alternatif tıp ve sigara karşıtlığı, gay-lezbiyen hakları, kadın hareketleri ve new age gibi hareketlerin hepsi cinsel ve bedensel davranışlar konusundaki başlıklardır. Bu bağlamda bu yeni toplumsal hareketler, günlük hayata bağlı olabilmektedir. Bu alan artık devlet odaklı olabildiği gibi, sivil toplumun ve özel alanın da içindedir. Ancak bu konuda ön planda olan husus, toplumsal aktörlerin sivil toplumun yapısı üzerindeki mücadeleleriyle
belirginlik kazandığının hatırlanmasıdır.
Yeni çatışmalar, “bölüşüm, şiddet, ayrımlar, toplumsal cinsiyet etiği” gibi temel gündemler üzerinden ilerlemekte, modern toplumun yapısal farklılaşması “kimliksel bölünmelere” yapılan vurguda stratejik olmayan hareket için alan açmaktadır.
Kısacası yeni çatışmalar, “bölüşüm, şiddet, ayrımlar, toplumsal cinsiyet etiği” gibi temel gündemler üzerinden ilerlemekte, modern toplumun yapısal farklılaşması “kimliksel bölünmelere” yapılan vurguda
stratejik olmayan hareket için alan açmaktadır. Bir anlamda, yeni toplumsal hareketler, “politik toplumu” hedefleyen öğeleri ile birlikte, açık bir biçimde “
demokratik kurumsal reform projelerine yapılan vurgu ile” etkisini hissizleştirmektedir.
Topluluğa ait olma duygusu ise katılımı “ifade etme” aracı olarak dönüştürücü bir alan açmaktadır. Tarihçiler açısından kamusal/özel ayrımı, 1960’larda yeniden ortaya çıkışından beri kadın tarihindeki en güçlü kavramlardan biri olan “ayrı alanlar” anlayışı ile bağlantılıdır.
Topluluğa ait olma duygusu ise katılımı “ifade etme” aracı olarak dönüştürücü bir alan açmaktadır. Tarihçiler açısından kamusal/özel ayrımı, 1960’larda yeniden ortaya çıkışından beri kadın tarihindeki en güçlü kavramlardan biri olan “
ayrı alanlar” anlayışı ile bağlantılıdır. Böylesi ikili ayrımlar, çeşitliliğe, çoğulluğa ve sınırların bulanıklaşmasına önem veren güçlü feminist çözümlemeler de dahil olmak üzere bir dizi kuramsal düşüncenin saldırısına uğramıştır. Ancak 20. yüzyılın son döneminde, bir yandan kadınlığın “çok katmanlı” yapıları içinde gezinirken, bir yandan da kız evlada, eşe ve anneye ait kadınca roller ile meslek kimliği/veya politik eylemciliği karşı karşıya koyduğumuz düşünüldüğünde, özel ile kamusal hayatın ayrılmış gibi görünmesinde özel bir çekicilik söz konusudur.
Michelle Rosaldo (Woman, Culture and Society), kadınlarla erkeklerin etkinliklerine verilen değerin farklılaşmasının yanı sıra, erkeklerin kadınlar üzerindeki otoritelerini vurguluyor, “tüm toplumlarda erkeklerin kadınların üzerinde bir egemenlik kurmaları ve kullanmaları, kültürel açıdan meşru kabul ediliyor” diyordu. Tüm kültürlerde var olan eşitsiz cinsel ilişkiyi, yalnızca kültürel değerler değil, aynı zamanda iktidar ve otorite açısından da ele alıyordu. Kadınlarla erkekler arasındaki bu eşitsizlik, Rosaldo için bir ikilikten kaynaklanmaktadır:
“Özel alan ile çoğu toplumlarda esas olarak erkekler için ulaşılabilir olan kamusal bağlar arasındaki zıtlığın sürekli tekrar eden psikolojik, kültürel ve toplumsal boyutlarından söz ederek, bunu hesaba katan bir kavramsal çerçeve öneriyordu[5]”
Feminist kuramda ortaya çıkan meseleler arasında en önemli olanı
evrensellik etrafında dönmesidir.
“Yakın tarihli bir dizi yazı, demokrasiye de aynı şekilde muamele edilmesi anlamına geldiği anlayışını sorguluyor ve yurttaşların kamusal alana girerken bedenlerini-dolayısıyla benliklerini-geride bırakmaları gerektiği düşüncesine karşı çıkıyordu.”
TOPLUMSAL CİNSİYET VE TARAFSIZ BİREY
Carole Pateman, Zillah Eisenstein, Iris Marion Young ve diğerlerinin ileri sürdüğü gibi, toplumsal cinsiyet açısından
tarafsız birey yoktur.
Bu bağlamda, demokrasi, cinsel farklılığın üstünde belirli bir yerde duramaz belki ancak demokrasinin farklılığının hiçbir şekilde akıldan çıkarmadan yeniden kavramsallaştırılması gerekir. Bundan çıkan sonuç ise, demokrasinin bizi yalnızca bireyler olarak değil, “gruplar” olarak ele almasıdır. Bir kadın hareketi görünümündeki feminizm, toplumu eğitmek ve aynı zamanda tek taraflı bir önerme üzerine kurulu kurumların yeniden yapılandırılması için,
bilinç düzeyini yükseltmeyi hedefleyen bir reform hareketi olarak şekillenir. Kadınları birbirine bağlayan şey, uğradıkları baskının aynılığıdır.
Önce “empati” derken, şiddet (sözel-fiziksel) olgusunu performatik kimliklerle ve kesişimsel alanda yer alan “emek” teorisi ile birlikte düşünmek gerekiyor.
Günümüzde toplumsal cinsiyet rollerinin ve kadın-erkek eşitliği varsayımlarının ve temelde cinsiyetçi yaklaşımların
makro ve mikro iktidar paradigması üzerinden şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Yeni sosyal hareketlerin bu bağlamda izlencelerinin, çağdaş toplumda “
kimlik, katılım ve kendini gerçekleştirme” üzerinde önemle duracağı gözler önündedir. Önce “empati” derken, şiddet (sözel-fiziksel) olgusunu performatik kimliklerle ve kesişimsel alanda yer alan “emek” teorisi ile birlikte düşünmek gerekiyor. Şu soruyu yöneltebilirsiniz? “Burada ne demek istiyorsunuz?” Her alanda karşımıza çıkan, gündelik hayatımızı
yıkıcı bir şekilde bozan, benlik alanını daraltan
tahakküm yapıları vardır. İş yaşantısında, okulda, sokakta, özel alanda vb. Önce empati diyerek lafta kalan bir söylemle değil, “Gözünüzü kapatın, bir sabah kim olarak uyanmak istersiniz sorusunu?” kendinize sorun. Örnekleri çoğaltmak ve cevapları kimlik konusunu çok katmanlı hale getiren kimliklerle yanıtlayın: Kadın, erkek, unvanlar, hatta belki ırklar vb. Empati, deneysel alanda, olumlu/olumsuz anlamlarda kendini onun yerine koymaktır. Sorular bunlarla sınırlı değil elbette.
Önce empati diyerek lafta kalan bir söylemle değil, “Gözünüzü kapatın, bir sabah kim olarak uyanmak istersiniz sorusunu?” kendinize sorun.
Kendi içimizde “barışık olmadığımız” bir konumda, barış meselesi de bu kadar çetrefilli ve çatışmalı bir alanda durmaktadır. Jean Paul Sarte, Nobel’i reddederken, çok öncesinden işte o sözceyi hatırlatır: “
İnsan olmanın ilk koşulu, bir şiddet eylemine katılmayı dolaylı ya da dolaysız reddetmektir!”.
Şu sıralar, Pelin Batu’nun “Hayatın Seyrini Değiştiren Kadınlar” eserini okuyorum. Batu, kimi zaman bilinçli olarak, kimi zaman da kadın tarihçiliğinin ikincil planda kalmasından dolayı unutulan kadın “kahramanlarımı” ele almış. Okurken ilgimi çeken kişi, açık söylemek gerekirse, Zabel Yaseyan (1878-1943) oldu. Yazarla ilgili bilgiyi, Pelin Batu’nun bütün kadınlara ilham olacak eserini satın alarak başlayabilirsiniz. Yazının başında da belirttiğim üzere, yaşam deneyimlerimiz kesişimseldir. Yani, biraz da “kültürel özgüllüğe” sahiptir. Barış meselesine biraz da tarihten tanıdık bir isim olan Yaseyan’ın görüşlerine yer vererek yazımı özetleyeceğim. Zabel 1895 yılında Paris’e taşınır ve Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe ve edebiyat dersleri alır. Çeşitli yayınları vardır. O sırada ülkede pek çok değişiklik yaşanmaktadır. Zabel, İstanbul’da kadın hakları ve barış mitingleri için de uğraşıyordu. Yazıyı okuyunca, ne kadar tanıdık bir hikâye değil mi diye soru sormadan edemedim. Merak edenler kitabı alıp okuyabilir.
Barış meselesi, şiddet olgusu ve performatif kimlikler günümüzdeki güncellikleriyle, “ÖNCE EMPATİ” demeyi öngörüyor. Bu yüzden hikâyeye, ideolojiye, ayrımlara inanıp inanmamak da azıcık sorgulayanların takdirine kalmıştır.
KAYNAKÇA
Pelin Batu, Hayatın Seyrini Değiştiren Kadınlar, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2019.
Alain Touraine, “An introduction to the study of Social Movements
”, Social Research, Vol, 52, 1985.
Chandra Talpade Mohanty
, Sınır Tanımayan Feminizm, Çev. Hatice Pınar Şenoğuz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2008.
James Petros,
Küreselleşme ve Direniş, Cosmopolitik Kitaplığı, 2002.
Mary Kaldor, “Yeni Dünya Düzeni İmgelemin Savaşı”,
Birikim, sayı:27.
Samuel P. Huntington,
Medeniyetler Çatışması, okuyan us yayınları.
Tuncay Önder, Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Ankara, Odak Yayınları, 2003.
Ed. Oya Çiftçi, 20. yüzyılın sonunda Kadınlar ve Gelecek Konferansı,Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, Yayın No. 285, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayın No. 16, 1998
http://www.bianet.org/biamag/kadin/123109-4-sinif-vatandaslik-turkiye-de-kurt-iran-da-turk-kadini-olmak.
[1] Samuel P. Huntington,
Medeniyetler Çatışması, okuyan us yayınları, s. 173.
[2] Tuncay Önder,
Ekoloji, Toplum ve Siyaset, Ankara, Odak Yayınları, 2003, s. 38.
[3] Mary Kaldor, “Yeni Dünya Düzeni İmgelemin Savaşı”,
Birikim, sayı: 27, ss. 35-36.
[4] Alain Touraine, “An introduction to the study of Social Movements
”, Social Research, Vol, 52, 1985, s. 780.
[5] Ed. Oya Çiftçi,
20. yüzyılın sonunda Kadınlar ve Gelecek Konferansı,Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, Yayın No. 285, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi Yayın No. 16, 1998, ss. 64-65.