Geçtiğimiz günlerde CNN Türk ekranlarında İhsan Aktaş'ın, "Türkiye Cumhuriyeti b bürokratik elitler eliyle kurmuş bir devlettir, halk eliyle kurulmuş bir devlet değildir" sözlerine gazeteci İsmail Saymaz'ın verdiği yanıt oldukça konuşuldu. Saymaz'ın, "Sizin elit dediğiniz Mustafa Kemal Selanikli bir yetimdi" diye başlayan sözleri, sosyal medyada adeta paylaşım rekorları kırdı. Sağcıların bilinçaltından zaman zaman ortaya çıkan Cumhuriyet düşmanlığını bir kenara bırakırsak bu konuşmanın  bu kadar popüler olması, bazı tartışmaları açmamıza fırsat vermesi bakımından bizim de oldukça dikkatimizi çekti. Ayrıca bu tartışma, Osmanlı modernleşmesinin  ve onun açtığı eğitim kurumlarının yetiştirdiği Cumhuriyetin kurucu kadrosunun sınıfsal ve politik yapısını ve Cumhuriyet devriminin kurucu felsefi altyapısını ve anlayabilmek bakımından bizlere büyük fırsatlar sunacaktır.  

Türk devriminin kurucu kadrosunun sınıfsal yapısını analiz edebilmek için öncelikle Osmanlı modernleşmesine göz atmakta fayda var. Türk devriminin en ateşli yılları olan 1906-1913 yılları arasında, sonrasında modern Türkiye'nin kurucu kadroları arasında yer alacak ihtilalci kuşak, yıllardır belirli aydın çevrelerinin öncülüğünde istikrarlı ve bilinçli bir biçimde yürütülen "Jakoben,  elitizm, İttihatçı " gibi bizim de neden "kötü" ilan edildiğini anlamakta zorlandığımız kavramlarla karalanmaktaydı. Özellikle siyasal İslam'ın Türkiye'deki zaferine kadar, söz konusu çevreler İslamcılarla el ele, bu argümanlarla, cumhuriyete ve cumhuriyetçilere düzenli bir biçimde saldırmaktaydı. Buradaki temel argüman, azınlık bir grubun çoğunluk adına karar verip, iktidara el koyması ve antidemokratik bir şekilde karar mekanizmaları geliştirdiği biçimindedir. Öncelikle devrimin niteliğini de içerisine alan bu tartışma, tarihe baktığında batı siyasi felsefesinin iki temel  kavramı olan laiklik ve halkçılığı toplumsal ve sınıfsal dinamiği ile kavramaktan uzak, temel insani değerleri içerisine alan ilerlemeci tarih anlayışını kenarda bırakıp tarih okumasını kimlikler üzerinden yapan bir politik tercihin ürünüdür. Bu siyasi anlayış aynı zamanda 50 yıllık yeminli  Cumhuriyet düşmanı sağcıların da teorisyenliğini üstlenmekten geri durmamıştır. Bu anlayışa göre, cumhuriyetin kurucu kadroları "halktan kopuk birer despot", onlar ise "sessiz yığınların sesi"dir.  Peki, bu gerçekten böyle mi? Tarihteki halkçı akımlar her zaman halkla barışık mı olmuşlardır? Halkı pasifize eden ancak yoksul yığınların sesi olduğunu söyleyenler gerçekten halkçı mıdır? Sosyal adaleti ve devletçi ekonomi politikasını önemseyen bir siyasi kadro yerine neoliberal anlayışla, ülkenin iktisadi kaynaklarını satan, dolar milyarderleri yaratıp bunu yaparken de ucuz işgücünü ekonominin temel motoru haline getiren bir siyasi anlayışın sessiz yığınların sesi olduğunu söylemesi en hafif tabiriyle komik. Ayrıca Osmanoğulları hanedanının gaspettiği yönetimi halka geri veren ve onların kul yerine yurttaş olması için çabalayan bir siyasi anlayış bir tarafta dururken, saltanat hayalleriyle yanıp tutuşan, "itibardan tasarruf olmaz" deyip saraylarda yaşayan, hukukun emrettiğini değil fiiliyatta kendisi için gerekeni yaşama geçiren ve ulus yerine ümmeti ikame etmeye çalışan bir siyasi anlayışın nasıl olup da elit yerine halkçı olarak adlandırılıyor, bunu anlamak bizler için güç.  

Yakın tarihimize bakarken, öncelikle Türk devrimcilerinin toplum içerisindeki sınıfsal konumlarını tartışmakla başlayalım. Türk modernleşmesinin ilk kuşaklarının, Osmanlı'nın yönetenler kesiminden olduğu söylenebilir. Bu kesim kuşkusuz ayrıcalıklı, devlet kademesinde yer alan paşalardan ve devlet adamlarından oluşmaktaydı.  Abdülhamit döneminde ise, istibdat rejimine karşın, modern dünyanın iktisadi ve kültürel düzeyine ayak uydurmak amacıyla bilimsel bir donanımın ilk adımları ülke içerisinde atılmıştır. Sırasıyla Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye, yönetici, asker ve aydınları yetiştirmede büyük rol üstlenmiştir. İşte 1908 Hürriyet devriminin ve 1923 Cumhuriyet devriminin kadroları, Harbiye başta olmak üzere bu üç okuldan yetişmiştir.  Ancak bu mekteplerin önemli bir özelliği, toplumda gelir dağılımı bakımından alt-orta ve orta sınıflardan gelen gençlere kapılarını açması olmuştur. Ayrıca burada yetişen gençler, modernleşmenin ilk kuşağından farklı olarak, devlet içerisindeki seçkin ailelerden değil, çoğunlukla Balkan topraklarında yaşayan sıradan  Osmanlı ailelerinin çocukları olmuştur. Aldıkları eğitim ve takip ettikleri güncel siyasal gelişmeler onları batı siyasal felsefesinin ve özellikle Fransız devriminin ve onun kavramlarının yoğun etkisi altında bırakıyordu. Dolayısıyla ulusçuluk, halkçılık, radikalizm gibi kavramların ve Fransız devriminin halkçılık anlayışının bu ihtilalci kuşağı yoğun bir şekilde etkilediği söylenebilir. Yine bu kuşağın, özellikle Fransız devriminin, devrimci kadroları yerine düşünsel kaynaklarından daha çok etkilendikleri söylenebilir. Bunu, Türk devriminin bir çok anlamda kendine özgülüğünün kanıtı olarak kavramak gerekir. 

İşte bu siyasi kadronun gerçekleştirdiği devrimler silsilesinin en sonuncusu olan 1923'ü ve onun sınıfsal karakterini, bu kurucu kadroların yukarıdaki nitelikleri ile birlikte kavramak gerekir.  Öncelikle 1923 devrimi, bir ulusal kurtuluş hareketinin siyasi temsiliyetini alan güç tarafından gerçekleştiği için dünya üzerinde özgün bir role sahiptir. Bu nedenle işgal karşıtı direniş hareketini iyi anlamakta fayda var. Direniş hareketi, çoğu yerde Türk ve Müslüman yerel eşrafın yoğun desteğiyle ve kimi yerlerde bir gerilla hareketi olarak hayata geçmiştir. Köylü ağırlıklı insanlardan oluşan bu gerilla hareketleri, ulusal kurtuluş hareketinin düzenli orduya geçişinin öncüsü olarak nitelendirilebilir. Zaten düzenli ordu, kısmen bu hareketlerin toparlanması, kısmen de yeni kütlelerin askeri hareket içerisine katılmasıyla anlam kazanacaktır.  Taner Timur, bu nedenle direniş dönemindeki siyaseti bir cephe siyaseti (2001: 280) olarak adlandırmaktadır. Dolayısıyla tüccar-eşraf sınıfı, her ne kadar Türkiye'nin kurucu kadrolarından sınıfsal ve kültürel olarak farklılıklar gösterse de bu cephenin bir bileşeni olarak, Türkiye demokrasi tarihinde temsiliyetini yoğun şekilde sağlamayı başarmıştır.  

Devrimin esas kadrolarına gelince, Fransız devriminin düşünsel kaynaklarından etkilenen ve batılı bir siyasal sistemi yani Cumhuriyeti ülkelerine uygulamaya çalışan bir siyasal kadro birikiminden söz etmekteyiz. Dolayısıyla kültürel anlamda bir elit grubundan bahsediyor olmak burada bir kavram kargaşasına yol açmamalıdır. Hanedanın siyasi ve ekonomik imkanlarından faydalanmak yerine onlara isyan bayrağı çeken bir siyasi gelenekten söz ediyoruz. Bir çok imkanı elinin tersiyle itmiş, Trablusgarp'ta İtalyan işgaline karşı gerilla savaşı vermiş,  gerektiğinde istibdat koşullarında padişahı bile ortadan kaldırmayı göze almış ve sonunda emperyalizme karşı bir yok oluşu dahi göze alarak topyekûn direnen bir siyasal geleneğin mirasçılarını seçkincilikle suçlamak gerçeklikle ne kadar bağdaşıyor olabilir? Sarayın ve hanedanın nimetlerinden faydalanmak için 31 Mart'ta ayaklanan gerici alaylılar mı yoksa isyanı bastıran Hareket Ordusu'nun kurmayları mı seçkinci? Bizce bu sorunun yanıtı gayet açık. 

Sonuç 

Dünya tarihine baktığımızda pek çok tarihçi için 20. yüzyıl bir kitleler çağıdır. Dolayısıyla modern demokrasilerin Türkiye de  dahil olmak üzere dünya üzerinde vücut bulduğu yıl, kitlelerin hem temsil yoluyla hem de alternatif yollarla siyasete katılım çağıdır. Bunun da burjuva demokrasilerinin bir ürünü olan yurttaşlık sayesinde olduğu söylenebilir.  Ulus inşa çabasının bir ürünü olarak ise, köylü ağırlıklı ve  bir ulusal aidiyeti olmayan kitleyi tebaadan yurttaş yapabilmek adına yeni rejim, batı dünyasının siyasi kavram setiyle ciddi bir politik projeye giriştiğini ve bu projede yer yer başarılı olduklarını yer yer başarısız olduklarını söyleyebiliriz. Başarısız oldukları konularda muhasebeleri doğru yapıp, Türkiye'nin bugün geldiği yerle bağlarını kurarak anlamaya çalışmanın yanında, başarılı olunan durumları da halkçı politikacının bir ilham kaynağı olarak ele almak gerekmektedir.  İşte yetiştiği toplumsal koşulların bir ürünü olan ve ekibi ile birlikte iktidarın kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indiren, tebaadan yurttaşa giden yolu açan  o Selanikli yetim çocuk, bugün pek çok yerde bir ilham kaynağı ve mücadele sembolü olarak karşımıza çıkmaktadır.




Kaynakça:  

Akşin S. (2012). Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi. Ankara: İmaj Yayınevi 

Gülsunar E. (2015) Jakobenizm ve Kemalizm Eleştirel Bir Karşılaştırma. İstanbul: Yordam Kitap 

Taner T.  (2001). Türk Devrimi ve Sonrası. Ankara: İmge