Film dönemin aykırı hareketlerini ve siyahi ayrımcılığın yaşandığı süreçleri de anlatıyor. Robert Kennedy ve Martin Luther King ölüme kurban giderken, bunlar karşısında protest ve aykırı durmaya çalışan Elvis’in harika bir portresi çiziliyor. Bazı hayatlar bize uzaktan çok ışıltılı, dertsiz tasasız, mutluluk içinde ve zenginliğin tavan yaptığı bir şekilde rahat gelebiliyor. Sen işini yaparsın, karşılığında mutluluk ve para seninle olur. Peki aslında para ile mutluluğun paralel olmadığını ve ışıltının sahte bir ışıltı olduğunu ne kadar bilebiliriz? Seni hayata bağlayan yegâne şey müzik ise, her şey güzelleşebilecek midir bu hayatta? Rock ‘N’ Roll müzik tarzının efsane temsilcilerinden Elvis Presley’in sırlarla dolu ışıltılı hayatı, herkes tarafından merak ediliyordu. Bir gün film haline getireceği açıklanan bu hayatı izlemek, herkesi heyecana bürüdü. Yönetmenliğini Baz Lutrmann’ın gerçekleştirdiği ve Lutrmann’ın senaryosunu Jeremy Doner ile beraber kaleme aldığı “Elvis”, sadece Elvis Presley’nin hayatını anlatmıyor. Film aynı zamanda, esrarengiz sırlarla dolu bir hayatı olduğu bilinen ve Presley’in menajeri olan Albay Tom Parker’ın hayatını da konu ediniyor. Filmde aslında Presley’in müzik yolcuğunu ve bu yolculuğu yaratan Ton Parker’ın bu süreçte neler yaşadıkları anlatılırken, bir yandan Parker’ın anlatıcılığında dinliyoruz yaşananları. Ankara Büyülü Fener Kızılay Sineması’nın buram buram sinema kokusu aldığım salonunda izlediğim film, beni beğenmek ve beğenmemek arasındaki o ince çizgi üzerinde bıraktırdı. Gelin o zaman fikirlerimi şu şekilde değerlendireyim sizler için. ELVİS’İN HAYATI MI, TOM’UN HAYATI MI? Yönetmen Baz Lutrmann’ın “Muhteşem Gatsby” filmi, benim için göz kamaştırıcı ve favori filmler arasındadır. Zaten bu büyüyle beraber Elvis’i izlemek için heyecanlıydım. Evet film Elvis Presley’in müzikal kariyer yolculuğunu çok güzel bir şekilde anlatıyor. Fakat film Elvis’in hayatı mı yoksa menajeri Tom Parker’ın mı, bu biraz kafa karıştırıcı bir durum yaşatıyor. Aslında iyi bir konu temelde ele alınmış filmde, bir star ve menajeri arasında yaşananlara dikkat çekilmesi fark yaratıyor. Özellikle yıldızları göğe çıkaran ve o ışı fark eden menajerler için dikkat çekici bir yanı da var filmin. Ancak filmde Elvis’ten çok Tom Parker’ın hayatı daha yoğun bir şekilde anlatılmaya başlanıyor ve Parker’a dair daha çok şey öğrendiğimi hissederek çıktım aslında filmden. Filmin adı “Elvis ve Tom” olsaymış daha çok yakışırmış aslında.
Elvis’ten çok Tom Parker’ın hayatı daha yoğun bir şekilde anlatılmaya başlanıyor ve Parker’a dair daha çok şey öğrendiğimi hissederek çıktım aslında filmden. Filmin adı “Elvis ve Tom” olsaymış daha çok yakışırmış aslında.
Bu süreci anlatmaya başlayan Tom Parker’ın: “Onu sevgi öldürdü, size duyduğu sevgi” diyerek aslında Elvis’in hayatından geçinme iddialarını kabul etmemesi ve suçu hayranlara atmasıyla bir ‘anti-kahraman’ başrolü de izliyoruz. Elvis ve Tom’un ayrı ayrı panayırlarda başlayan şov hikayeleri, Elvis’in sesinin bir anda her yerde duyulmasıyla beraber başlıyor. Beyaz bir adam olan Elvis’in aslında siyahilerle beraber yaşarken onların müziğinden etkilenmesiyle rock müziğine aşkı olduğunu öğrendiğimiz sahneler, oldukça güzel çekilmiş ve filme güzel bir his eklemiş. Ancak Elvis ve Tom’un bir araya gelişleri güzel şekillense de, herhangi bir tanışma sahnesi göremiyoruz. Ama ilerleyen sahnelerde kendini bulmaya çalışan Elvis’e Tom’un panayır aynalarında kaybolmadan kendi yolunu bulması konusunda verdiği tavsiyeler sahnesi de olukça güzel bir etki bıraktı filme. ELVİS’İN KENDİNİ KEŞFETME YOLCULUĞU Şarkı söylemeyi bir ‘süper kahramanlık gücü’ olarak sunan film, dönemin aykırı hareketlerini ve siyahi ayrımcılığın yaşandığı süreçleri de anlatıyor. Tabii bir yandan ölüme kurban giden Robert Kennedy ve Martin Luther King gibi devlet adamlarının da sürece dahil olduklarını görürken, bunlar karşısında protest ve aykırı durmaya çalışan Elvis’in harika bir portresi çiziliyor. Mesela çıktığı ilk yıllarda sahnede keşfettiği o ‘kıvırtma’ hareketinin dinleyicisi tarafından aşırı sevilmesi, ama bu yüzden muhafazakâr temsilciler yüzünden hapis istemiyle karşılaşma süreci de merak uyandırıcı bir şekilde anlatılmış. Sırf bir kesim istemiyor diye sevdiğin hareketten vazgeçmek, ama sahnede herkesin bunu çok beğenmesi ve sonucunun askerlik bahanesiyle başka ülkeye giderek bir süre müzikten uzaklaşmak olması herkesi üzüyor. Filmin senaryosundaki bu dramatik ve hareketli yapıyı da bu açından çok başarılı buldum. İzleyeni eğlenceden çıldıran dans şovları, şarkı söylerken içinden bambaşka bir çıktığını hissettiğimiz muazzam sesi ve muhteşem bir aileye sahip olmasıyla hepimiz aslında Elvis’e imreniyoruz. Ta ki mutlu olmadığını anladığımızda… Zaten filmin yarattığı fark da mutluluk ve mutsuzluk, öfke ya da sinir arasındaki o ince çizgilere dikkat ederek oluşturduğu örgüden dolayı başarılı. Elvis’in annesinin star olmadan önceki ilk endişesinde haklı çıkması, ailesini krallar gibi yaşatmak isteyen Elvis’in o büyük çabası, annesini kaybettiği anda yaşadığı buhran ve babasının her daim işlerinde kendisini desteklemesi de filmde dikkat çekici anlatılan detaylar. Ve tabii Elvis’in aşk hayatı da işlenmiyor değil. Evlenme süreci, bu süreçte yaşadığı psikolojik buhranlar ve çocuğuyla olan ilişki de önemli. Tabii filme damgasını vuran Elvis ve Tom arasındaki ilişki. Büyüleyici ve tatmin edici başlayan bu güzel ilişkinin, bir anda para hırsıyla beraber sürüklendiği uçurum dikkat çekiyor. Bu noktada aslında Elvis’in kendini keşfetme yolculuğuna tanık olmak da etkileyici oluyor. Bir anlamda Elvis’in büyümesi, kendi kararlarını vermesi ama ona bağımlı olanların bunu kabullenemesi de iyi işleniyor. Borç batağına düşen Tom Parker’in Elvis’e önce bir ebeveyn gibi davranması, sonrasında sırtından geçinmesi ve ardından onu bir paçavra gibi yere fırlatmasını izlerken yumruklar sıkılıyor. Bu noktada enerjisi tükenmiş bir Elvis görürken, onu bu noktaya götüren süreçte yumrukları sıkmaya devam ediyor ve hüzün duygusunu had safhada hissediyoruz. ELVİS’İ ÖNCE KENDİ İÇİNDE SONRA İSE İZLEYİCİDE YAŞATAN AUSTİN BUTLER İlk baştaki karışık kurgusunda kafanız iyice karışabiliyor filmde ama bir süre sonra başarılı bir teknikle karşı karıya kaldığınızı anlıyor ve acayip bir görsel şovla baş başa kalıyorsunuz. Elvis Presley’i adeta vücuduna giymiş inanılmaz bir performansa sahip bir Austin Butler izliyoruz. Şarkıların birçoğunu da seslendiren Butler, adeta Presley oluverip izleyene büyüleyici bir Rock ‘N’ Roll konseri veriyor. Adeta Elvis’i önce kendi içinde sonra ise izleyicide yaşatan Butler, kendini ortaya koyan muazzam bir oyunculukla harika bir seçenek olduğunu kanıtlamış. Gelecek yılki Oscar Ödülleri’nde aday olması muhtemel bir performansla bizi selamlayan Butler’in yanı sıra, bir sinema efsanesi olan Tom Hanks’i de unutmamak gerek. Albay Tom Parker’ı seslendirmesiyle bile başarılı bir çıkış yaptığını gördüğümüz Hanks, acıma ve nefret duygularını aynı anda yaşatıyor izleyende. Bu duygu yoğunluğunu yaşarken aslında performansların katkısı kadar, Baz Lutrmann’ın yarattığı dünyayı da tebrik etmek gerek. Kafa karıştırıcı bir dünya olarak başlasa da, hırsların asla susmadığı ve müziğin başrolde olduğu muazzam bir duygu seli yaşıyoruz “Elvis” ile… Olağanüstü bir Elvis Presley müzikali sunan filmi izlemeye gidecekler, sadece Elvis’in hayatını izlemiyorlar buna dikkat çekelim. Filmde birbiriyle çarpışan iki farklı biyografiyi izlemek belki ağır gelecek. Ama Elvis’in hayatındaki hem iyi hem kötü yaşanan her şeyin bir araya geldiği, duygudan duyguya sürüklendiğinizi hissedeceğiniz bir film göreceksiniz. Buradan çıkacak en önemli ders, aslında hayat sana bazı rahatlıklar sunsa da sen o rahatlıklara kapılma. Her zaman kendi gardını almalı insan, bazen en yakınındaki kişi bile seni oyuna getirebilir. Hayat türlü türlü oyunlarla dolu, ama sen sakin hayallerinin peşinden gitmekten vazgeçme!