İktidar artık kendi siyasi önceliklerini göz önüne alarak para politikası yapmaktadır. Gelecek yıl yapılacak olan genel seçimlere büyüyen bir ekonomi ile gitmek istediğini, bugün almış olduğu faiz kararıyla açık etmiştir. Bugün iktidara yakın gazetelerden birindeki bir haberde, dünya ekonomisinin FED’in yüksek faiz politikasının sonuçlarıyla yüzleşebilmekte zorlandığı iddia ediliyor. Dünyadaki tüm paralara karşı değer kazanan doların ABD ekonomisinin ihracat gücünü zayıflatıp, ithalatı arttırdığından bahsediliyordu. Elbette ABD ekonomisinde kurlarla dış ticaret arasında böyle bir etkileşim mekanizmasından bahsedebilmek mümkün değil. Zira doların kaynağı ABD ve dolar da uluslararası rezerv para. Bizim gibi, ABD dolar kazanmak için salt ihracata yüklenmek zorunda değil. Bu etkileşim mekanizması büyük ölçüde ABD dışında, doları döviz olarak kullanmak zorunda olan ülkeler için geçerlidir. FED’in ve beraberindeki diğer merkez bankalarının faizleri arttırma kararının muhakkak dünya ekonomisi üzerinde ciddi etkileri olacaktır. Ancak mevcut koşullarda FED’in ve diğer bankaların bu politikadan vazgeçmelerini de pek mümkün görmüyorum. Zira FED ve bazı piyasa aktörlerinin de ifade ettiği gibi, FED’in parasal sıkılaştırmada çok geç kalmış olma ihtimali bile söz konusu. Bunun sonuçlarını şu an için bilmek pek mümkün değil. Beklemek lazım. Bu politika neticesinde dünya ekonomisinin durgunluğa girme tehlikesi olmasına rağmen, FED ve diğer bankaların enflasyonu daha ciddi bir problem olarak gördükleri ve enflasyonist beklenti sarmalının iktisadi birimlerde oluşmasının önüne geçmeyi daha ciddiye aldıkları kesin. Zira önlerinde 1970’li yıllarda yapılan hatalar ve sonrasında maruz kalınan çok daha yüksek faiz artırımları var. Bunları tekrar yaşamak istemiyorlar doğal olarak. Bu konuda söylenebilecek son şey, sonucu ne olursa olsun, FED ve beraberindeki merkez bankalarının tüm eleştirilere rağmen, faiz artırımı ve parasal sıkılaştırma politikasından vazgeçmeyecekleridir. Hatta yaşadıkları enflasyonun kaynağı maliyet temelli (arz) bile olsa, beklentilerin katılaşmasının önüne geçmek isteyen merkez bankalarının faiz artırımına devam etmeleri olası görülmektedir. İktidara yakın olan gazetenin ifade ettiği gibi, FED ve beraberindeki merkez bankalarının uyguladıkları bu sıkı para politikasının doların değerlenmesine ve bizim gibi ülkelerin ithalatı üzerinde ciddi bir artışa ve maliyet enflasyonuna yol açması yüksek bir olasılıktır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde her merkez bankası FED politikalarının arkasına takılıp, kendi faizlerini arttırdığını söylemek mümkün değil. Financial Times’ın 23 Eylül 2022 tarihli bir haberine göre, dünyada faiz düşüren her bir merkez bankasına karşılık 25 tane faiz arttıran merkez bankası bulunduğu gösterilmektedir. Bu da dünya mali piyasalarındaki hâkim olan eğilimin faiz arttırma yönünde olduğuna işaret etmektedir. Yani benzer endişeleri paylaşan merkez bankaları, benzer politikaları uygulamayı tercih etmektedir. Hatta en son bu bankalara Japon merkez bankasının da katıldı söylenebilir. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) maalesef bu bankalar arasında değil. O farklı motivasyonlarla, farklı bir faiz politikası izliyor. Dünyayı farklı okuyor ve kendi ekonomik önceliklerini kendisinin de parçası olduğu bir dünyadan farklılaştırıyor.
FED ve beraberindeki merkez bankalarının uyguladıkları bu sıkı para politikasının doların değerlenmesine ve bizim gibi ülkelerin ithalatı üzerinde ciddi bir artışa ve maliyet enflasyonuna yol açması yüksek bir olasılıktır.
Dün bu strateji uyarınca TCMB Para Politikası Kurulu politika faizini 150 puan düşürerek bir sürprize imza attı. Sürpriz diyorum, çünkü beklentimiz 100 puan indirim yapılacağı şeklindeydi. Önümüz ay ve sonrasında da 100’e puanlık indirim bekliyordum şahsen ben. Onun yerine TCMB tüm bu beklentileri boşa çıkartarak, dün itibariyle 150 puan düşürdü faizleri. Bu da yetmezmiş gibi, geçmişte yaptığından farklı olarak, gelecek ay da benzer bir indirim yapıp, ardından bu faiz indirim sürecine bir son vereceğini açıklayıverdi. Yani yılsonuna kadar üç ayda yapmasını beklediğimiz 300 puanlık indirimi, çok daha kısa zamanda, ikiye ayırarak yapacağını kamuoyuna açıklamış oldu. Banka bu indirime gerekçe olarak, öncelikle ülkemizdeki enflasyonun talep temelli olmadığını, tamamıyla dış koşullar sebebiyle oluşan maliyet artışlarından gerçekleştiğini ileri sürmektedir.  Bu bağlamda, ülke içinde “enflasyonist beklentilerin” kronik bir hâl alması önemsenmiyor; bu beklentilerin yönetimi için faiz politikasının kullanılmasına gerek olmadığı düşünülüyor. İkincisi, Banka ekonomide yakalanan büyüme ivmesinin yitip gitmesine rıza göstermeyeceğini açıkça ifade ediyor. Özellikle imalat sektörünün ihracatından son zamanlarda görülmeye başlayan yavaşlama bu faiz indiriminin gerekli olduğuna işaret ediyormuş. Banka bu bahaneyi geçtiğimiz ayki faiz indiriminde de kullanmıştı. Kısaca enflasyona karşı ben büyümeye daha fazla ağırlık veriyorum demek istiyor. İktidar artık kendi siyasi önceliklerini göz önüne alarak para politikası yapmaktadır. Gelecek yıl yapılacak olan genel seçimlere büyüyen bir ekonomi ile gitmek istediğini, bugün almış olduğu faiz kararıyla açık etmiştir. Enflasyonla mücadelesi ise, dünyadaki diğer merkez bankalarından farklı olarak, terk etmiştir. Yürütülen “sözde mücadeledir. Ancak ülkedeki mali sitemin kurumsal yapısı, faiz politikasında dünya ile böyle bir farklılığa daha ne kadar izin verilebileceğini merak konusu haline getirmektedir.  Her şey iyi giderken nimetlerinden yararlandığımız bu kurumsal yapıdan şimdi şikâyet etmenin de anlaşılır bir yanı yok. Neticede böyle bir mali sistemi Türkiye isteyerek kendi kabul etti.
Dünya ölçeğinde Türkiye’nin büyüklüğü bu piyasaları etkileme bakımından yeterli değildir. Bu yüzden uyguladığımız para politikası farklı olsa bile bun farkların dünya piyasalarını etkilemesi pek olası değildir.
Türkiye 1990 yılından beri “konvertible” bir paraya sahiptir. Bu özellik uyarınca sermaye giriş ve çıkışları serbesttir; resmi makamlardan izine tabi değildir. Bu karar aynı zamanda mali sistemimizin kurumsal çerçevesini dünya ekonomisi ile bütünleştiren, onun küçük bir parçası yapan bir karardır. Böyle bir kurumsal çerçeve genellikle bizim gibi tasarruf açığı olan ülkelerin yabancı tasarruflara kolay ve ucuz erişimini sağlar. Ama bunun bir de maliyeti olacaktır doğal olarak. O maliyet de ekonomide birtakım yerel menfaatlerin terkedilmesi ve bunun doğuracağı maliyetlere katlanmaktır. Örneğin FED ABD’yi oluşturan eyaletlerin 12’sinin merkez bankalarının bir birliğidir. Doların ülkede tedavülü kabul edildikten sonra, doların politika faizi bu eyalet merkez bankalarının katılımı ile kolektif olarak belirlenmektedir. Ardından FED, bu alınan kararların uygulamasını yapan bir merci olarak görev yapmaktadır. Bu sistemde ortak para kullanımı olduğu için diğer merkez bankalarının tam ve mükemmel bir şekilde sistemle bütünleşmiş olmaları, kendi özgün politikalarının FED politikasıyla “aynılaşmasına” yol açmaktadır. Bu merkez bankalarının herhangi birinin politikasının FED’in politikasından farklılaşması söz konusu olamaz. Olması, o merkez bankasının FED sisteminden çıkması ve dolar kullanımının terk edilmesi anlamına gelecektir. Bir diğer örnek ise Avrupa Birliğidir. Ortak para birimini kabul eden ülkeler, aynı FED de olduğu gibi, birbiriyle sıkı bir koordinasyon içinde, tek merkezden tek bir para politikasını kabul ederler. Bu politikanın kararını birlikte aldıkları gibi, sonuçlarını da birlikte göğüslerler. Euro ortak bir para birimi olarak kullanıldığı sürece, farklı ülkelerin merkez bankalarının Avrupa Merkez Bankasının uyguladığı para politikasından farklı bir politika izleyebilmeleri mümkün değildir. Şimdi gelelim bizim gibi, uluslararası sisteme mali açıdan dâhil olmuş gelişmekte olan ülkelere. Bizdeki para politikası uygulamaların farkı tek para sitemi içinde yer almamak ve bu nedenle belli bir politikaya sıkı sıkıya bağlanma ihtiyacımızın olmaması. Türkiye gibi ülkelerin kendi paralarının olması, ortak bir para birimi uygulamasına dâhil olmamaları bu ülkelerin merkez bankalarına belli bir serbesti vermektedir. Kendi ekonomik önceliklerine bağlı olarak, kendi parası ile uyguladığı para politikasının dünya mali sistemindeki politikalarla sıkı sıkıya uyumuna gerek olmayabilir.
Kurumsal olarak dünyaya tam olarak entegre olunduysa, kendi paranızı kullansanız bile, para politikasındaki farklılıklar sizi birtakım finansal maliyetlerle karşı karşıya bırakabilir.
Ancak kurumsal olarak dünyaya tam olarak entegre olunduysa, kendi paranızı kullansanız bile, para politikasındaki farklılıklar sizi birtakım finansal maliyetlerle karşı karşıya bırakabilir. Örneğin bugün olduğu gibi, dünyada faizler artarken, sizin düşürmeniz sizin uluslararası sistemle olan bağınızı zayıflatacağı için, serbest sermaye hareketinin bulunduğu ortamda yerel para biriminizin değer kaybetmesine yol açacaktır. Bu değer kaybından memnun olmuyorsanız, döviz satarak paranızın değerini korumak zaruri hâle gelir. Bu da sizi, ya daha yüksek bir kur seviyesi ya döviz rezervi kaybı ya da her birinden bir miktar, karışık bir sonuçla karşı karşıya bırakır. Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi. Ortak bir para sisteminde olmayan, ama dünya mali sistemi ile bütünleşmiş ülkelerin merkez bankaları, uluslararası sistemde hâkim merkez bankasının politikaları hakkında fikir sahibi olmak ve onların dünya ekonomisinde hakkındaki görüşleri konusunda fikir sahibi edinebilmek ve bu fikirler ışığında, bu büyük bankaların politikaları ile koordinasyon içinde hangi politikaların izlenmesi gerektiğine karar verebilmek için zaman zaman bir araya gelebilirler. Benzer toplantılar FED’i oluşturan merkez bankalarının başkanları ve AB merkez bankaları başkanları için yılda birkaç kere düzenlenmekte ve para politikası bu toplantılarda alınan kararlar doğrultusunda yapılmaktadır. Ancak ortak para birliği içinde olmayan ama sermayeye serbest dolaşım hakkı tanımış olan ülkeler için de böyle koordinasyon sağlayacak toplantılara ihtiyaç vardır. Bu toplantılar günümüzde ABD’de Jackson Hall’da yapılmakta ve bu toplantıya dünya mali sisteminin parçası olan tüm ülkelerin merkez bankası başkanları katılmaktadır.  Bu bankacılar arasında bizim merkez bankamızın başkanı da yer almaktadır. Aslında bu koordinasyonun sağlanabilmesi ancak siyasi iradenin kontrolünden azade olmuş, bağımsızlığını kazanmış bir merkez bankası ile olur. Bazen benim ve benim gibi iktisatçıların önemsediği koordinasyon ihtiyacı eleştirilebilir ve bu daha çok büyük ülkelerin, özellikle doların tekelini elinde tutan FED’in kontrolü altına girmek olarak yorumlanabilir. Aslında bu bir bakıma doğrudur. Ancak uluslararası mali sisteme hâkim olan ve bu sistemde doların kullanımını temin eden bir bankanın böyle bir koordinasyon arayışında bulunması normaldir. Dahası böyle bir sisteme nimetlerinden yaralanmak için dâhil olan bizim gibi ülkelerin, maliyet ödemeye geldiğinde bundan kaçınmaları anlaşılır bir davranış tarzı olmayacaktır. Dünya ölçeğinde Türkiye’nin büyüklüğü bu piyasaları etkileme bakımından yeterli değildir. Bu yüzden uyguladığımız para politikası farklı olsa bile bun farkların dünya piyasalarını etkilemesi pek olası değildir. Ancak bunun tersi doğru değildir. Dünya ile uyumunu yitirmiş bir para politikasının, serbest piyasa işleyişi içinde ulusal paranın değer kaybetmesine yol açması kaçınılmazdır. Bunu engellemenin yegâne yolu piyasaya döviz satarak müdahale etmektir. Bu da ülkenin sahip olduğu döviz rezervlerinin kaybedilmesi anlamına gelir. Ama çok daha önemlisi böyle bir koordinasyon eksikliği ülke içinde ciddi bir enflasyonist sürecin oluşmasına neden olabilecektir. Bu sonuçlarla yüzleşmek istemeyen ülkeler, bu koordinasyon eksikliğinin yol açacağı döviz talebini birtakım yasakların ardına saklanarak kontrol etmeye çalışabilirler. Böyle bir yasakçı zihniyet zamanla mali sistemin kurumsal yapısında değişimi de beraberinde getirebilir. Türkiye’nin para politikasında görülen dünya ile bu koordinasyon eksikliği 2023 yılında kritik bir seçime giderken ülkeyi son derecede radikal tercihlerle karşı karşıya bırakabilir.