Haber kanallarındaki akşamları yapılan tartışma programlarının can sıkıcı bir hal aldığını hepimiz gözlemliyoruzdur. "Açım" diye bağırdığımızda "Abartıyorsunuz" yanıtına maruz kalırken, o programlardaki üst rütbeli asker emeklilerinden silah teknolojimizin geldiği noktayı dinlerken 3 teröristin nasılda o silahlarla imha edildiği tartışma programında gözümüze sokulurcasına dakikalarca ekranda kalıyor. Son dönemde sınır ötesi operasyonlar devam ederken bu programların değişilmez konukları siyaset bilimcisi, araştırma şirketi sahibi, emekli askerden oluşuyor. Ufkumuzu açıp, aklımıza müdahale edip, midemizdeki boşluğu unutturuyorlar. Büyük devlet hamasetinin yapıldığı dönemler dış siyasette atılan bir adım ve bunun başarı olarak görülüp iç siyasette bu başarıyı ballandırarak anlatılan dönemlerdir. Birkaç kısa tarih hatırlatmasıyla bunu anlatmaya çalışacağım. Dış siyasetteki gelişmeleri içerdeki siyaseti belirlemek için yapılıyor sığlığı ile değerlendirmemek gerekir. Her devletin gücü ve bölgesel konumu itibariyle yürüttüğü kendi sınırlarını aşan siyaset bazen el yükseltmek bazen de ittifak halinde olduğun ülke ya da ülkelerin seni mecbur bırakması sonucu ortaya çıkar. Türkiye açısından değerlendirirsek eğer iç siyasete büyük malzemeler çıkarttığı çoğu kez görülmüştür. İkinci dünya savaşında o dönemin iktidarının ”tarafsız” kalarak ülkeyi savaşa sokmaması iktidar başarısı olarak tarihe geçmiştir. Kore’ye asker göndermek ise soğuk savaş döneminde iktidarın tarafını belirlemek ben Amerikancıyım demenin ve somut işbirlikçiliğini göstermek için atılan bir adımdı. İç siyasete yansıtılmak istenen Kore’yi kurtarmaya giden büyük devlet imajı oldu. 1970’ler enflasyon hesaplarının yapılamadığı ekonomideki sorunların toplumda konuşulmasının kaçınılmaz olduğu bir dönemdi. İşçi sınıfının örgütlü olduğu fabrikalardaki grevlerin yapıldığı, karaborsacılığın normal hale geldiği zamanlarda güçlü devlet Kıbrıs harekâtını düzenleyip yılların sorununu daha sorunlu hale getirip iç siyasette başarı hikâyesi yarattı. Yağ bulamayan emekçilerin zafer kazanmış iki devleti ve iki iktidarı vardı artık. 12 Eylül darbesiyle siyasete ve topluma verilen ayarda dış siyasette değişmez başlıklarda Amerikancılık ve NATO üyeliği vazgeçilmez konular oldu. İktidara gelen sağ ya da sosyal demokrat partilerin bu başlıklar da ortaklaştıkları görüldü. 2000’lerin başına kadar koalisyon hükümetlerinin işbirlikçilik dışına çıkmadan yürüttükleri uluslararası siyasette bölgesel gelişmelerle birlikte Türkiye’yi farklı bir seyir bekliyordu. AKP dönemindeki cüretkâr hamlelerle devletin yönetimi tamamen sermaye sınıfına bırakıldı. Özelleştirilmeyen devlet işletmesi bırakılmazken devlette buna uygun olarak bir dönüşüme maruz kaldı. Sermaye sınıfına ülkenin doğal kaynaklarının tamamı, ucuz işgücü, bunun yanında örgütsüz bir işçi sınıfı sunuldu. Yerli yabancı sermaye ayrımının kalmadığı bir dönemde sermayenin AKP’den daha fazlasını isteği süreçte ABD’nin Suriye işgal girişiminde kendisine düşecek bir rol için çırpındı. Bu çırpınış sonucunda sınır güvenliği için sınır ötesi operasyon yapacak güce ulaşan bir devlete dönüştük. Türkiye’deki Kürt siyasi hareketinin temsilcisi olan PKK’nin de gözünü Suriye’ye çevirmesi sınır genişletme hayalini sınırları korumaya bıraktı. PKK’nin Türkiye için dünüyle bugün arasındaki düşmanlık ilişkisinden bahsetmeyeceğim. AKP döneminde barış süreciyle alışılmadık bir döneme de şahitlik ettik. Son dönemde ise yine gündeme gelen GARA’ da yaşanan 13 ”esirin” PKK tarafından öldürülmesiyle ABD ve AB’ye işte bakın başımıza gelenlere deniliyor. Bundan sonrasındaki PKK’ye yapılacak operasyonlarda meşruluk dış siyasette de sağlanmış durumda. Düşman terör örgütünü sınırlarımıza yaklaştırmayacağız bir adım ötesinde bitireceğiz iddiası iç siyasette su götürür bir propaganda aracı haline geldi. Millet ittifakının örtülü destekçisi HDP’nin bu süreçte zorlanacağı kesin. Cumhur ittifakının pandemi sürecini yönetememesinden kaynaklı emekçilerin yaşadığı büyük sorunlar birikirken milliyetçiliğin yükselmesi gerçek sorunların ötelenmesinde iş görüyor. Açlık enflasyonun arttığı, 10 milyon üzerinde işsizin olduğu, işsizlikten dolayı intiharları engellemeyen devleti sınır ötesinde aranması normal karşılanabilir. Silah teknolojisiyle büyük devlet arasındaki ilişkiyi kurup milli beraberlik nutku çekip emekçilerin salgında ölümüne çalışmaya maruz kalmalarının sorulmasını abes karşılanması da sağlanıyor. 2020 yılında yani salgın sürecinde KOÇ holdingin 9,7 milyar dolar kar elde ettiğini söylediğimizde krizin yükünün emekçilerin ödediği gerçeği ikinci planda kalıyor. Yalnız bu durum uzun sürmez. İSİG meclisinin açıkladığı Ocak ayı işçi cinayetlerinde ölen 199 işçinin yüzde 41’i kovid nedeniyle öldü. Güçlü devletin salgın sürecinde yapmadıklarına dair daha birçok şey söyleyebiliriz. Yaptıklarına dairde birkaç şey söyleyip yazıyı bitireceğim. Patronlara devlet hazinesinden sağlanan karşılıksız destek ertelemeli krediler dışında ücretsiz izin kısa çalışma ödeneği gibi birçok destek sağladılar. Yazıdaki amaç ülkeyi kötülemek değil devletin dünüyle bugünüyle kimin devleti olduğunu içerde ve dışarda izlediği siyasette kimin çıkarlarını gözettiğini hatırlatmak. İçinden geçtiğimiz bu zorlu koşullarda bir birliğe ihtiyaç duyduğumuz kesin. Bu birlik emekçilerin birliği olmalıdır.