İspanyol Yazar Miguel de Cervantes Saavedra’nın, kadim kahramanı Don Kişot, kitabın bir yerinde, “Eskilerin ‘Altın Çağ’ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış… Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. Gelişigüzel yargı alışkanlığı, henüz yargıçların kafasına yerleşmemişti, çünkü o zamanlar yargılanmaya gerek yoktu, yargılanacak kişi yoktu” diye isyan ediyor. Son yürekli şövalyenin insani yok oluşa dair duyumsadığı acısını dillendirdiği bu satırlar günlerdir dönüp duruyor zihin dünyamda. Demek ki yeryüzünde bir “Altın Çağ” yaşanmış, değerlerin üzerine basılmadığı, politik çıkarlar uğruna duyguların, sevdaların, ömürlerin talan edilmediği, adaletin kararmadığı ve umutları karartmadığı, insanın insanı sömürmediği, güçlünün güçsüzü inim inim inletmediği bir çağ… Ne güzel bir ütopya. Günümüzde yaşadıklarımıza da bir ad koymamız gerekiyor. Zira bunca sıkıntıyı, acıyı gövdesinde biriktiren bir zaman dilimi için hangi ad uygun düşebilir ki? Gidişat bu durumun tersine döneceğine dair hiçbir emare içermezken bizler düşüncelerin puslu dehlizlerinde omuz omuza yan yana ışığa doğru başlattığımız koşunun son metrelerine giriyoruz. Dünya artık yeni bir yönetim ve siyaset anlayışıyla şekilleniyor. Kapitalist devletlerin, gittikçe artan bir şekilde “otoriter” ögelerle bezenmeye başladığı bir süreçten bahsediyoruz. Ülkelerde parlamentoların önemlerini yitirmesi buna paralel yürütmenin güç kazanması, şekilsel olarak dahi hukuki normlara uymayı reddeden hükümetlerin hükümranlığı ve nihayetinde kapsamı hızlı bir şekilde daraltılan sosyal hakların bir deri bir kemik bırakılması… Bunlar hep aşağıda geniş bir şekilde ele alacağımız yeni devlet şeklinin eski tabirle alamet-i farikaları. Kapitalist devletlere içkin bu otoriter tutumlar, hep aynı bahaneler ile “olağanüstü” koşullar altında insanlara dayatılıyor. Ekonomik, siyasal ya da toplumsal kriz halleri mazeret gösteriliyor. Esasında sorun, bu gidişatı okuyamayan sol ve liberal kesimlerin tepkisiz, politikasız kalmasından uç alıyor. Neo-liberal düzlemde gerçekleşen bu “olağanüstü” periyot eşliğinde devlet ve toplum ilişkileri yeniden yapılandırılırken, bunun geçici bir süreç olmadığı, aksine kurallar bütününe dönüştüğünün farkına çok geç varıldı maalesef ve tren artık perondan ayrıldı. Bugünlerde Çin’den Türkiye’ye, Orta Avrupa’dan ABD’ye kadar devletleri etkisi altına alan yeni bir siyasi trend hüküm sürüyor politik arenada. Şeklen demokratik, öz itibarıyla otokratik. Siyaset bilimciler, bu yeni tarza uygun bir isim üzerinde birleşemiyor bir türlü. “Post-demokrasi”, “post-politika”, “apolitize politika”… Onlarca isim üzerinde konuşuluyor ama bana göre en uygun olanı “plebisiter diktatörlük”. Yani kaynağını seçimlerden alan, yasama, yürütme ve hatta yargı erklerinin tek bir kişinin güdümüne bırakıldığı yönetim şekli. Bugün Avrupa’da bulunan bazı ülkeler de dâhil olmak üzere birçok yerde politikayı domine eden tarzın bu olduğunu düşünüyorum. Yeni bir dünya düzeni kuruluyor Yeni nesil idare şekli uygulayıcılarının dönemsel olarak da uygun bir zaman dilimine denk geldiklerine hiç kuşku yok. Bu diktatörler, neo-liberal düzenin kurucusu olan batının kendisini ekonomik ve politik açıdan oldukça zayıf hissettiği bir dönemi yakaladılar. Batının kendi meseleleriyle maksimum düzeyde meşgul olurken bunları kontrol etmeyi, demokrasi ya da reform dayatmayı minimuma indirdiği dönemden bahsediyoruz. İşte geçen hafta hakkında yazdığımız Macar Neofaşist Başbakan Viktor Orban ve benzerleri böyle bir sürecin ürünü. Plebisiter siyaset aracılığıyla kurulan, plebisiter biçimle yani halkoyuyla meşrulaştırılan, başında karizmatik lider bulunan bir hükümet tarzından söz ediyoruz. Bu tarz yönetimler kendilerini yeni bir siyasi hareketin meşru temsilcileri olarak konumlandırıyor ve yenilik vadediyorlar. Milliyetçi ve dinci söylemleri de başarıyla harmanlayabiliyorlar. Sonunda vatandaşların elinde yenilik olarak kayırmacı, sayısız yolsuzluk ağıyla örülmüş bir ekonomik, politik ve ideolojik yapının başlarına açtığı dertler kalıyor. Özetle plebisiter diktatörler tarafından yönlendirilen yepyeni bir dünya düzeni ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bazı siyaset bilimciler, diktatörlüğü baskı rejimlerinin özel bir şekli olarak kabul ediyor ancak bana göre baskı rejimlerinin tümünün “diktatörlük” olarak adlandırılmasında bir sakınca bulunmuyor. Ünlü İngiliz Diktatör Cromwell’in bir konuşmasında sarf ettiği, “On yurttaştan 9’u benden nefret mi ediyor? Eğer sadece onuncusu silahlıysa bunun bir önemi yok” sözü tüm baskı rejimlerinin temel karakteristiğini ve felsefesini açıklaması yönüyle önemlidir. Bu tip yönetim şeklinin bana göre en kötü tarafı ülkelerde okumuş, yazmış kısaca entelektüel adam kıtlığı yaratmasıdır. Ülke cehaleti ve soytarılığı yüksek meziyet kabul eden insanlarla dolar bir anda. Teyo pehlivan misali palavraya doymayan bu insanların insafına terk edilen ülke, günden güne çürür ve ışığını kaybeder. Yazımızı büyük şair Nazım Hikmet’in şu dizeleriyle sonlandıralım: “… Bilirim, hele düşmeyegör hasretin hâlisine, Hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek Yolu yok Don Kişot’um benim, yolu yok Yel değirmenleriyle dövüşülecek.”