Aşırı sağın engellenemez yükselişi, yaşlı kıtada köklerinin oldukça derinde olduğunu bildiğimiz kentli cehaleti, yozlaşmaya yüz tutmuş siyasi sistemi, yıllardır süregiden neoliberalizm eliyle aklın ve medeniyetin arka plana itilişini gözler önüne seriyor. Pedagoji alanındaki çalışmalarıyla tanınan Yazar Henry A. Giroux’un, “Faşizme yol açan unsurlar, tarihin dışında, bir takım uhrevi mekânlarda yaşanmazlar. Ne de geçmişte statik bir anda sabitlenmişlerdir” sözüne dikkat çekmek istiyorum. Giroux’un ifadesinden hareketle, geçmişte “faşizme yol açan unsurların” yeniden görünür olmaya başladığı konusunda hem fikir olduğumuzu düşünüyorum. Bazı siyaset bilimcilerin ısrarla bugün yaşananların biyolojik kökeni değil kültürel farklılıkları önceleyen bir faşist anlayışın ürünü olduğunu söylemelerini hiç kayda değer bulmuyorum. Ne olursa olsun, nereden gelirse gelsin faşizm faşizmdir. Bu tip yönlendirmelerin olayı konteksinden koparmak ve mevzunun önemini erozyona uğratmak amaçlı olduğuna inanıyorum. Avrupa’nın birçok ülkesinde neofaşistlerin, yabancıların işyerlerine, zaman zaman da direkt kendilerine saldırmalarını salt “kültürel farklılık” ifadesiyle mi sınırlayacağız? Günümüzde yaşanan bu faşist saldırıları, Nazi Almanyası’nda Yahudilere ait ev, iş yeri ve sinagoglara yapılan kanlı ve ölümcül saldırılardan ayrı mı düşüneceğiz? Tabii ki düşünmeyeceğiz. Son tahlilde, neofaşistlerin elde edecekleri toplumsal meşruiyetin yükselmesine doğru orantılı olarak stoklayacakları güç aracılığıyla tarihi tekerrür ettirme peşinde koşacakları oldukça açıktır kanımca. Aksi halde kıtada faaliyet gösteren tüm faşist çetelerin örgütsel doktrinlerini, “soy prensibi” üzerine bina etmelerini başka hangi argümanla açıklayabiliriz ki? Faşizm bugün, ağzına kadar mitlerle dolu, bolca dezenformasyonla bezeli yeni ideolojisini yaşlı kıtaya dayatıyor. Geçenlerde televizyon kanallarını karıştırırken karşıma faşist PEGIDA’nın eylemlerinden birinde yapılan alan röportajlarının yer aldığı bir program çıktı. PEGIDA destekçisi bir Alman, “Neden buradasınız” diye soran muhabire, “Avrupa’nın İslamlaşmasına karşı buradayım. Kültürümüzü müdafaa ediyorum” şeklinde yanıt verdi. Bunun üzerine muhabir, “Ama şu yaşadığımız kentte dahi müslüman nüfus yüzde 1 civarında. Neden tedirgin oluyorsunuz” diye tekrar sorunca Alman, “Ben tam araştırmadım, karım araştırmış o söyledi. Tehlikedeymişiz” dedi. “Öğrenilmiş cehalet” derken bunu kastediyoruz işte. Neofaşistlerin, üretilen bu cehaleti, illüzyonlar ve şiddet gösterileriyle meşrulaştırmaya çalıştığı bir dönemden geçiyoruz. Peki hükümetler faşizmin bu meydan okumasıyla yüreklice yüzleşebiliyorlar mı? Yapamıyorlar bunu. Çünkü işin ucunda siyasi menfaatler var, oy var ama hep söylüyoruz ya “taklitler yalnızca asıllarını yaşatıyor” Buna geçtiğimiz haftalarda yapılan Bavyera eyaleti seçimlerinde bizzat tanıklık ettik. Seçmenini neofaşist Almanya için Alternatif (AfD) adlı partiye kaptırmaktan endişelenerek, faşist politikalara yaslanan muhafazakâr Hıristiyan Sosyal Birlik’in (CSU) nasıl darmadağın olduğunu gördük. AB ülkelerinde artık sosyal yaşamın dizayn edilmesinde faşizm tarafından pompalanan bu kesif kaygı maalesef başrolü oynuyor ve yeni Avrupa düzeni korkular üzerine inşa ediliyor. Arkaik kültürlerin kardeşliği Avrupa’da toplum, neoliberalizm eliyle yavaş yavaş, demokratik değerleri ve medeniyeti ön plana alan kültürden uzaklaştırılarak, kör cehaletten beslenen bir çeşit “zombi” politikasına hapsediliyor. Sanırım kıtayı bekleyen yakın ve en büyük tehlike bu. Aşırı sağ eliyle üretilen bu cehalet, sağcı/faşist korporatist ideoloji için alan yaratmakta kullanılıyor. Bu kısmı es geçersek milyonlarca Avrupalının, komplolardan beslenen ve korku yayan faşist ideolojinin peşine takılmasını sağlıklı bir şekilde açıklayabileceğimizi sanmıyorum. Büyük resme baktığımızda, neoliberal faşizmin insanları medeni dünyadan kopararak siyasi ve ekonomik ırkçı güçlere stepne yapmaya çalıştığını görüyoruz. Aşırı sağın yükselişine paralel olarak kıtada demokrasi ve insanlık eriyor. Unutmamak gerekiyor ki faşizm başarısız demokrasilerin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Peki durum aşırı sağ cenahında böyle seyrederken, saldırıların, düşmanlığın ve nefretin hedefi olan göçmenler ne yapıyor? Onlar zihinlerinde yarattıkları gerçeklerden kopuk, sanal dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar. Almanya’da sokaklarda gezerken göçmenlerde yükselen aşırı sağdan kaynaklı bir endişe ya da sıkıntı gözlemlemiyorum. Belki de ben yanlış yorumluyorum, bilemiyorum. Oysaki entegrasyona direnç gösteren arkaik kültürlerinin ne kadar büyük bir sorunun tetikleyicisi olduğunu artık anlamaları gerekiyor. Son nefeste sığındıkları ülkelerde bir süre sonra kendilerine gelince etrafına bakınmaya başlayan göçmenler ilk iş olarak yerleşik kültüre saldırmaya başlıyorlar. Yerleşik kültürün dejenere olduğunu öne sürerek, uzak duruyorlar ve saygı göstermiyorlar. Dinsel bağlamda aşırı şovenist yapılar içerisinden geldikleri için sosyal hayata entegrasyonları her halükârda başarısız oluyor ve bu başarısızlığı bir onur payesi gibi kuşaktan kuşağa aktarıyorlar. Hatta zaman içerisinde kendilerini, püriten ve literalist İslam’ı yayma iddiasında olan Selefiler gibi terörize olmuş grupların kucağında buluyorlar. Almanya iç istihbaratından sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı, bu durumu verilerle ortaya koyuyor. Teşkilat, “en tehlikeli İslamcı akım” olarak sınıflandırılan Selefilerin sayısının son 6 yıl içerisinde 3 kat artarak 10 bin 800’e ulaştığını bildiriyor. Buna paralel olarak İslamcı faşizmin panzehiri olarak takdim edilen neofaşistlerin sayısı da günden güne artıyor. Hedefler ortak Jena Demokrasi ve Sivil Toplum Enstitüsü’nün konuya ilişkin bir araştırmasında yer alan, “Müslümanlara karşı düşmanlık ve radikal İslam birbiriyle bağlantılı ve birbirini etkiliyor” cümlesi oldukça anlamlı sözünü ettiğimiz bağlamda. Bu iki grubun, anti-semitizim, komplo teorileri, homojen toplum yapısı hayali ve modern yaşam savunucusu olan bizlerin insani/ medeni tüm haklarının sonuna kadar arkasında durduğumuz LGBT bireylere karşı düşmanlık üzerinde ortaklaştıkları da bir sır değil. Belki de artık kanserleşmiş bu sorun geliyor neofaşist çete üyelerinin ağızlarından bu aralar hiç düşürmedikleri, “Müslüman sorununun kökten çözümü” meselesinde kilitleniyor. Biz bu “kökten çözüm” hikâyesini Nazi toplama kamplarının gaz odalarından tanıyoruz. Avrupalı aşırı sağcılar geçmişi silerek bugünü yaratma adına müthiş bir efor sarf ediyorlar. Hatta bazı Alman aşırı sağcı politikacılardan, “Artık 1. ve 2. Dünya savaşlarının utancını üzerimizden atalım. Gazilerimizle gurur duymaya başlayalım” tarzı ipe sapa gelmez sözleri sıklıkla işitir olduk. Faşistlerin yanında saf tutan, kendisini “entelektüel” sınıfına dâhil eden Avrupalıların sayısında da gözle görülür bir artış yaşanıyor. Avrupa semalarında vaziyet-i umumiye böyle. Ne yapmak gerekiyor peki? Avrupa’nın kurtuluşu bilim ve aklın önderliğine iman eden sol değerleri benimsemiş iktidarlar eliyle olacaktır şüphesiz. Avrupa’da yaşayan, nereden gelirse gelsin tüm göçmenlerin, demokrasi ve emek cephesi tarafında bir an önce saflara katılması gerekiyor. Bu konuda ivedilikle eyleme geçilmeli. Hükümetlerin faşizmle mücadelede yetersiz ya da aciz kaldığı bu aşamada, Avrupa’daki sol/sosyalist cepheyi desteklemenin ve ona omuz vermenin aciliyeti bulunuyor. Çünkü karanlığı yaymak için uğraşan fundamentalist İslamcı ve neofaşist çetelerin kavgasında kazanan olmayacaktır ama onurlu bir yaşam için elzem olan demokrasi ve medeniyet kaybedecektir.