Siyasal İslam ve takipçileri için umutlarınız, hayalleriniz, çabalarınız, yaşamınız, inançlarınız ya da sıkıntılarınız hatta evlatlarınız bile birer politik malzeme olmaktan öteye geçmez. Bir siyasal İslamcının daha fazla güç ve daha uzun süreli iktidar için satmayacağı dava, harcamayacağı değer yoktur. Bu listeye yol arkadaşlığı yaptığı dostları da dâhildir. Bu “siyasal İslam” denilen ideolojik rezilliğin omurgası jöle kıvamında olduğu için bir süre sonra eğilmelerini, bükülmelerini ve dönüşlerini takip etmekte zorlanmaya başlarsınız. İşte siyaseten kokuşma ve bayağılaşma buradan başlar. Konuya geniş perspektif içeren bir örnekle girmek istiyorum. The Economist dergisi tarafından yayınlanan, “2018 Demokrasi İndeksi” isimli rapora ilişkin haberlere ve değerlendirmelere medyada mutlaka rastlamışsınızdır. Bu raporda, demokratik değerlerin yaşama uygulanması bağlamında en fazla gerilemenin yaşandığı bölgelerden birinin Avrupa olduğu ifade ediliyor. Buna neden olarak da İtalya, Rusya ve Türkiye’deki uygulamalar gösteriliyor. İtalya’da kim etkili yönetimde? Faşist Matteo Salvini’nin Lega Nord adlı partisi. Öyle şeyler yapılıyor ki bu ülkede insanın aklı almıyor, utanç duyuyor. Örneğin, bazı kentlerde göçmen çocuklara okul kantinlerinde yemek verilmesinin ve çocukların okul servislerine binmelerinin yasaklanması bunlardan sadece birkaçı. Rusya’nın durumu zaten malum. Neredeyse girdiği her demokratik (!) seçimden minimum yüzde 70 oy alarak galip çıkan bir Putin var orada. Gelelim Türkiye’ye. Biz de durum ne peki? Türkiye yukarıda sözünü ettiğimiz raporda, 10 basamak birden gerileyerek, 167 ülke arasında 110. sıraya yerleşmiş durumda. İndekste ise “Hybridregime” yani tam demokratik olmayan/karma rejimler kategorisinde yer alıyor. Başka bir deyişle otokrasinin demokrasiyi boğmak üzere olduğu rejimler. Türkiye indekste neden gerilemiş peki? “Yeni rejimde Cumhurbaşkanı’nın faaliyetlerinin denetim dışı bırakılması” ve “24 Haziran seçimlerinin olağanüstü koşullar altında, adil bir şekilde yapılmaması” gerekçe gösterilerek, Türkiye 10 sıra alta düşürülmüş. Yazımızın girişine yani “siyasal İslam” meselesine geri dönelim. Küreselleşmenin tetiklediği “Arap Baharı” adı verilen ama sonu kara kışa bağlanan toplumsal transformasyonun söylemi olan “ekmek ve demokrasi”nin taşıyıcısı olarak öne çıktı siyasal İslamcı hareket. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi diğer ülkelerde de liberallerin desteğini alan bu hareket “daha fazla demokrasi” talebiyle iktidara getirildi. Ülkemiz kadrajında meseleye bakarsak, yine daha fazla özgürlük talebi ve vaadiyle iktidara gelen siyasal İslamcıların sözde demokrasi yolculukları tabiatıyla uzun sürmedi. AKP, içeride vatandaşlara enjekte ettiği tüketim hırsı, kendi elit tabakasını yaratma ve otoriterleşme, dış politikada ise art arda uğradığı yenilgilerle esasında nomolojik bir siyasi anlayış olan İslamcılığın tükenişini hızlandırdı. Bu aşamadan sonra siyasette bayağılaşma sürecine girildi. Nasıl oldu bu? Dine ait olan ögelerin, kurumlara veya kişilere atfedilmeye başlanmasıyla tetiklendi. İlkokul çocuklarına sınıflara konulan kâğıttan Kâbe etrafında tavaf yaptırılması ya da siyasi lidere tanrısal vasıflar iliştirilmeye çalışılması aklıma ilk gelen örnekler. Aslında, “bayağılaşma” denilen bu olgu, dinin günlük yaşam içerisindeki metalaşma ve suiistimal pratiklerinin yansıması olarak zuhur etti. Çünkü faşizm türevi olan siyasal İslam anlayışında, kitle organizasyonu açısından dinin rejime hizmet etmesi için siyasete endekslenmesi gerekmektedir, mesele budur esasında, bu yapıldı. Deli gömleği gibi… Bana göre, siyasal İslamcıların politik açıdan en önemli maharetleri, topluma hiç ait olmayan meseleleri ya da bir sınıfın çıkarlarını tüm ülkeye aitmiş gibi satabilmeleri. Sıkıntı, şimdi bu yolun tıkanmış olması. Ülkemiz için söylüyorum sorun şu ki, siyasal iktidarın çıkarları ülke ve toplum çıkarlarıyla örtüşmüyor. Ne oluyor sonrasında? Siyasi güç varlığını sürdürebilmek adına demagoji, provokasyon ve dezenformasyona sığınıyor. Aksi halde, bir sanatçının içkili mekânda başörtülü vatandaşlarla yaşadığı tartışmanın, milletin evi olan TBMM’ye taşınması nasıl açıklanabilir? Genel anlamda, iktidara geldiği ülkelerde rejimin çelişkilerini sömürerek ayakta kalmaya çalışan siyasal İslamcı ideoloji, kendi yarattığı çelişkilerin üstesinden gelemedi. Siyasal İslamcılar, hegemonya kurma sürecinde nimetlerinden faydalanarak yönetimi aldıkları ve kullanmaya devam ettikleri demokrasiyi acımasızca iğdiş ettiler ve kirlettiler. Ne demişler, katranı kaynatsan da olmuyor şeker. Politik bilimci Nicos Poulantzas’ın sevdiğim bir saptaması var. Poulantzas, burada faşizme özgü bir asimetriye vurgu yapıyor. Faşizm içerisinde “verici-şef/alıcı-toplum” olmak üzere iki ayrı gruptan bahsediyor. Yani şefin “tek ses” olduğu bir durum. Bir nevi tanrısallaştırma. Dünyadaki örnekler bize gösteriyor ki, siyasetin ve siyasetçinin yüceltilmesi, faşizmin, -hangi türevi içerisinde olursa olsun- artık yeni bir din haline gelmesine neden oluyor. Bu dinin kutsal kitabı da doğal olarak “şef” tarafından yazılıyor. Ezcümle, siyasal İslam, dinin herhangi bir yorumunun adeta bir deli gömleği gibi yukarıdan aşağıya topluma giydirilmesi projesidir. Gerici, tutucu ve boğucu bir ideolojidir. “Ülkede işler kötü gidiyor çünkü din ve dindar insanlar arka planda kaldı. Biz toplumdaki kokuşmayı dinle tedavi edeceğiz” söylemiyle yönetime gelen siyasal İslamcıların neden oldukları kokuşma bugün artık her evden, her sokaktan, her mahalleden hissediliyor.