Ülkelerin, dış politika pratiklerini belirlerken ilkeler ve hedefler doğrultusunda planlama yapmaları beklenir. Sağlam ilkeler ve üzerinde konsensüse varılmış hedefleri içermeyen bir dış politika anlayışının neden olacağı hataları telafi etmek, gitgide kaotik hale gelen dünya politik ortamında bir hayli güç ve onur kırıcı oluyor. Bu makalemizde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Almanya ziyaretini, Türkiye’nin dış politikada yaşadığı ağır iflasın dramatik öyküsü ve sonuçları çerçevesinde değerlendireceğiz. Dış politika algısı sağlıklı ülkeler açısından konjonktürel durum, ilkeler ve kararlı tutum zemininde değerlendirilir, eylem süreçlerinin belirlenmesine yönelik planlama bunun üzerinde yükselir. Ülkeler dış politikalarını liderlerin anlık hisleri ve olaylara vereceği tepkiler üzerine bina etmezler. Diplomasi nezdinde bugün söylediğinin yarın tersini söyleyerek telafi etmeye çalışma yani tabiri caizse çark etme pratiğinin de bir itibarı yoktur. Çünkü iyi bilinir ki diplomaside her söylenen kayıt altına alınır, sonra yeri geldiğinde uygun bir şekilde önünüze servis edilir. Her çark edişin birer kıvrak politik hamle olduğu savından hareketle bu tutumu sürdürmek ise sonunda ülkenizi “öngörülemeyen ya da güvenilmeyen ülkeler” kategorisine hapseder. Bugün Türkiye, dış politika açısından tüm şartları oluşmuş ve olgunlaşmış bir iflas hali yaşamaktadır. Yıllardır uluslararası politikayı sadece bir “güç mücadelesi” şeklinde yorumlayan, psikolojik belki de fiziki alan kazanmaya çalışan anlayış rehberliğinde ortaya çıkan onlarca sorun, günden güne kanserleşmekte hatta iş, ekonominin darmadağın olmasına kadar uzamaktadır. “Bugün böyle söyledim, yarın başka söylerim” türünden sığ, muhatabını kandırmaya meyilli çocuksu cehaletin zehirlediği dış politika anlayışının, son yıllarda sorun çözme kapasitesi iyice çürümüştür. Ülkenin diplomatik geleneğini iyi bilen, uluslararası politikada saygınlığı bulunan diplomatların “monşerler” denilerek budanmasına hiç girmiyorum bile. Elbette dış politikada ilkeler ve amaçlar muhafaza edilmek suretiyle stratejiler, araçlar ile taktikler, konjonktürel duruma göre elden geçirilebilir yani rötuşlanabilir. Zira ülkeler, devlet olmanın doğası gereği ulusal çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmak mecburiyetindedirler. Ancak günümüzde AKP iktidarı ile birlikte dış politikayı şekillendiren ilkeler ve amaçlar manzumesinde büyük esnemeler ve hatta kırılmalar yaşandığını görüyoruz. Hükümet yıllardan bu yana –“one minute” meselesinde olduğu gibi- hedefi belirsiz, sonuç odaklı olmayan politik eylemlerle gündem oluşturarak, dış politikada başarılıymış izlenimi yaratmaya ve yaymaya çalışıyor. AKP öncesi hükümetler döneminde elde edilen tüm dış politika kazanımlarının, hoyratça ve bencilce harcandığı bir süreçten geçiyoruz. Türkiye’nin AKP eliyle yeniden dizayn edilen dış politika anlayışının içeride ve dışarıda salt gerilim yaratma odaklı olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle ülkemizin, dış politika pratikleri açısından batı tarafından sürekli olarak ciddiyet ve güvenilirlik testine tabi tutulduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, Türk dış politikasının geleneksel parametrelerinden saptırılmasının bir bedeli olacağını yöneticilerin elbette hesap etmeleri gerekiyordu. “Daha fazla demokrasi şartıyla yardım edelim” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Almanya ziyareti tam da yukarıda bahsettiğimiz dış politik iflasın tetiklediği ekonomik yıkım sırasında gerçekleşiyor. Bu noktada AKP’nin batıya ilişkin dış politika pratiklerine yönelik bir tespitte bulunmak istiyorum. AKP, batıyla ilişkilerini, kendisine ne kadar yardımcı olduklarına ya da stratejik önceliklerine yönelik tutumlarına bakarak şekillendiriyor. Bu oldukça, oportünist ve makyavelist bir yaklaşım. Bu nedenle her geçen gün dış politika eylemlerinin ciddiyeti ve itibarı daha fazla sorgulanıyor. Almanlar da Erdoğan’ın ziyaretini bu çerçevede değerlendiriyor. Burada konuştuğumuz çok sayıda Alman, “Erdoğan’ın daha dün yöneticilerine 'naziler' diye bağırdığı bir ülkeye şimdi yardım istemeye gelmesini şaşkınlıkla karşıladıklarını” söylüyorlar. Bu arada bugün başıma gelen, konuyla ilgili bir olayı paylaşmak istiyorum. Evden çıkarken bizim binada oturan bir Alman komşumuza rastladım. Ayaküstü sohbet ederken söz Erdoğan’ın ziyaretine geldi. Komşumun bana, “İnanın bugün ülkem adına çok üzgünüm. Sadece ticari bağlantılar nedeniyle bu adama katlanıyor olmamız çok yaralayıcı. Onun iddia ettiği gibi bizler nazi değiliz” demesi Alman kamuoyunda ziyarete ilişkin hissedilenlerin minik bir özetiydi. AKP’nin ideolojik angajmanlar (siyasal İslamcılık) zemininde kurguladığı dış politika uygulamalarının ülkeyi uluslararası alanda yalnızlaştırdığı ve sevimsizleştirdiği artık yadsınamaz hale geldi. Almanya açısından yanıt bulması gereken önemli bir soru var: “Almanya, ekonomik çıkarları ile Erdoğan’a yönelik eleştirileri nasıl uyumlaştıracak?” Alman basınında ziyarete ilişkin haberlere göz atıldığında hemen hemen tümünde benzer noktalara vurgu yapıldığını görüyoruz. Diyorlar ki, “Erdoğan madem para istemeye ayağımıza kadar geliyor. Bu yardımımız karşılıksız olmamalı. Türkiye’nin yeniden demokrasiye dönmesini, hapisteki gazetecilerin serbest bırakılmasını ve yeniden bir hukuk devleti haline gelmesini talep etmeliyiz.” Bazı gazetelerde, “Erdoğan, ABD ile bozuşunca soluğu bizde aldı” minvalinde haberler de yer alıyor. Alman muhalefeti de Başbakan Merkel’e çağrıda bulunarak, “yardım karşılığında daha fazla demokrasi talep edilmesini” istedi. “Mültecilere sınırları açarım” tehdidine kimse kulak asmaz Almanya’da hal böyleyken bizim havuz medyası bu ziyareti nasıl formülize edecek merak ediyorum doğrusu. Muhtemelen yine epik bir hikâye dinleyeceğiz ya da okuyacağız, “şöyle gürledi, böyle yağdı, şöyle esti” babında ama ne diyelim, biz bu vaziyeti “hayaller Paris, gerçekler Somali” cümlesiyle özetleyelim. Gerçek şu ki siyasi kriz nedeniyle ortaya çıkan ekonomik buhran içerisinde debelenen Türkiye, maalesef kendisine lütufta bulunuluyormuş gibi yardım edilen bir ülke pozisyonuna gerilemiştir. Burada muhtemelen, “Bak sana para veririz ama sen de şunu şunu yapacaksın” denilecektir. Almanlar, “Türkiye kurtulsun” diye değil sadece kendi ekonomik çıkarları zedelenmesin diye yardım edebilirler. Başkaca bir sebebi olacağını sanmıyorum. “Mültecilere sınırları açarız” şantajına artık kimsenin kulak asmayacağı da aşikâr. Zira ekonomisi delik deşik olan Türkiye’nin mülteciler üzerinden gelen milyarlarca Euro’dan vazgeçemeyeceğini burada herkes çok iyi biliyor. Ülkeler, yılların tecrübelerini ve birikimlerini silerek, görmezden gelerek, kurumsal hafızaları iğdiş edilerek yönetilemez, yönetilemiyor. Ondan sonra dün “nazi” diye bağırdığınızın kapısını bugün para istemek için çalmak zorunda kalabiliyorsunuz. Dış politikadaki muhataplarınızın, içeride yarattığınız, önüne atılan her kıtırı kabuğuyla yutan kitleden farklı olduğunu öğrenmelisiniz artık.