Rusya’da 1905 yılında işçiler, reform taleplerini içeren kitlesel eylemlerle devrimin işaret fişeğini yaktıklarında Almanya’da Rosa Lüxemburg, kitle grevinin sosyalist mücadelenin en temel yöntemlerinden biri olduğunu savunuyordu. Lüxemburg buna ek olarak, “reformlarla sosyalizme geçilemeyeceğini, reform mücadelesinin sosyal devrimi gerçekleştirecek işçilerin salt örgütlenmesi ve bilinç sıçraması için bir araç olabileceğini” de ekliyordu. Lüxemburg yine işçi hareketinin kendiliğinden mücadelesinin siyasal mücadeleye varacağını ve bunun toplumsal bir devrimi tetikleyebileceğine inanıyordu. Bugün ön kapısı Berlin’deki Rosa Lüxemburg Meydanı’na açılan Die Linke’nin (Sol Parti), siyasal mücadelesinde kendisine rehber edindiğini ifade ettiği büyük devrimci Lüxemburg’un yukarıda değindiğim reform ve devrim ikilemine yönelik son derece net ve açıklayıcı düşüncelerini sümen altı etmiş görünüyor. Parti içerisindeki reformist kanat ile devrimci kanat arasındaki tartışmaların bir türlü sonuçlandırılamaması, partinin artık süreğen hale gelen durağanlığının git gide kemikleşmesine neden oluyor. Bunun yanı sıra partinin emek cephesini örgütleme yeteneğini nerdeyse kaybetmesi de bu noktada bir başka sıkıntı olarak karşımıza çıkıyor. Ülkede sendikal hareketlerin hızla zayıfladığı güncel periyotta, işçilerin "Almanya'da her şey Almanlarındır" bayağı konteksinde politika üreten ırkçı/faşist Almanya için Alternatif adlı partiye kitleler halinde destek verdiğini görüyoruz. Faşist parti, göçmen iş gücünün, emeği değersizleştirdiğini ve göçmenlerin ucuza çalışarak Alman işçileri üretim bandının dışına ittiğini öne sürüyor. Bu söylemin, özellikle eğitim seviyesi düşük ve diğer emekçilerle dayanışma bilinci oluşmamış işçilerde güçlü bir şekilde etkili olduğunu tespit ediyoruz. Die Linke ise bu durumu tersine çevirmek adına bünyesinde hali hazırda var olan, İtalyan antifaşist düşünür Antonio Gramsci’nin işaret ettiği “organik entelektüel”leri bir türlü sahaya süremiyor. Parti içi tartışmalar, halkın erişimine kapalı ortamlarda sürdürülüyor. Tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor kanımca, “Die Linke’nin şu anda içerisinde bulunduğu politik atalet ve programsızlık, devrim hayalleriyle ne kadar örtüşüyor ya da bağlantılı…” Parti mercilerinde bu sorunun yanıtını aradığınızda, bir dizi yakınmadan başka bir şeyle karşılaşmayacağınızdan eminim. Alman Gazeteci Sebastian Weiermann’ın deyişiyle “Parti’nin, hiçbir verim alınamayan bu süreçten bir an önce sıyrılmasına yönelik adımların atılması gerekiyor” ama nasıl? HİBRİT BİR YAKLAŞIM ESAS ALINMALI Sol/sosyalist siyasetin değişmez ikilemi reform/devrim meselesinde tamamıyla yanlış bulmamakla birlikte reformist kanadın biraz ütopik bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. “Reform” derken ne anlamak gerekiyor? En kısa yoldan, “düzen içi düzeltmeler” diyebiliriz. Bu bakış açısı toplumsal bir devrimin gerçekleşmesini olası görmüyor ancak en yaygın sürümünde kapitalizmi “insancıl” hale getirecek reformları hayata geçirmeyi savunuyor. Almanya gibi neoliberalizmin, özellikle merkez sol partileri kullanarak (Ajanda 2010 benzeri) insanlığı ezip geçtiği, devlet eliyle ırkçılık uygulanan ülkelerde, kapitalizmi hangi reformlarla daha insancıl hale getirmek mümkün olabilir? İzaha muhtaç bir yaklaşım ama yine de reformist kanadın önüne ultra solcu ve katı bir tavırla dikilmemek gerektiğini düşünüyorum. Bizdeki moda tabirle, “istemezükçü” olmak yani… Ultra solcu tavır, emek cephesinin her türden reform talebini devrim idesinden bir sapma olarak algılayarak, emek örgütlerinin örneğin maaşlara zam, daha kaliteli sosyal güvence benzeri taleplerini de dikkate değer bulmuyor. Ancak Rosa Lüxemburg’un, yukarıda da belirttiğimiz gibi “reform mücadelesinin sosyal devrimi gerçekleştirecek işçilerin örgütlenmesi ve bilinç sıçraması için bir araç olabileceği” düşüncesini ıskalıyorlar. Buna rağmen Die Linke içerisindeki reform karşıtı kanadı, “çözümün kapitalizmi yıkmaktan geçtiğini bile bile kapitalizmin sınırları içerisinde yapılması öngörülen reformları desteklemek” noktasına getirmenin de pek de mümkün olmadığını görüyoruz. Bu iki anlayışın da kötürüm tarafları olduğunu düşünüyorum. En önemlisi reformist ve devrimci kanatlarda yaygın olan en yakıcı algı bozukluğu bana göre kitlelere karşı duyulan güvensizlik. Yani devrim ya da reformlar o kadar önemli ki kitlelere bırakılamaz. Mesela; reformistler, işçi sınıfı adına parlamentoda bulunduklarını ve onlar adına bir takım iyileştirmeler için savaştıklarını iddia ederken, ultra solcular ise muharip bir grup devrimcinin eylemini, sınıfın kendi eyleminden çok daha yararlı ve işlevsel görüyor. Yine burada Rosa Lüxemburg’un, “kitle grevinin sosyalist mücadelenin temel yöntemlerinden biri olduğu” argümanını unutuyorlar kanımca. Esasında bu durum Lenin’in ifadesiyle, “kendi doktirinerliğini kitlelere dayatmak” oluyor tam anlamıyla. REFORM TALEPLERİNİ DIŞLAMAK… Ancak burada temel olarak Lüxemburgcu yaklaşımı esas almak gerekiyor. Devrimin nihai hedef olduğu süreçte hibrit bir yaklaşımı benimsemenin önemli olduğuna inanıyorum. Bu bağlamda devrime giden yolun taşlarının döşenebilmesi için sosyalistlerin reformlar için verilen kitlesel mücadelenin arkasında durması gerekiyor. Tabii ki reformlar için verilen mücadele, sosyalizm için yeterli olamaz ancak reform mücadelesi olmadan sosyalist bir çabadan bahsetmek de olanaksızdır kanımca. Reformların başladığı ve olgunlaştığı dönemi takiben sınıfın mücadelesinin kapitalizmle bir hesaplaşmaya doğru evrilmesi çok önemli. Aksi halde yani kapitalist devlet örüntüsü dağıtılmadığı sürece reformlar yoluyla elde edilen kazanımları korumak mümkün olmayabilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Örneğin, Almanya’da burjuva demokrasisi aparatı sosyal demokratlarca geçmişte emekçiler lehine elde edilen bir takım avantajların, kapitalizmin bir üst sürümü olan neoliberalizm tarafından nasıl süpürülüp bir kenara atıldığı yaşanarak görüldü. Sonuç olarak, Die Linke’nin uzayıp giden stratejisizlik bataklığından kurtulup harekete geçmesi için parti içerisindeki reformist-devrimci kavgasının son bulması gerekiyor. Partiyi merkez sola yaklaştırmaya çalışan reformistler ile marjinalleştirmeye çalışan ultra solcular arasında bir tercih yapmaya gerek yok. Esas itibarıyla her iki kesimi -zor da olsa- bir araya getirebilecek bir hibrit yaklaşım üretmeye, bu yaklaşımı toplumsal kesimlere enjekte etmekte ve onları örgütlemede kullanılacak “organik entelektüel”leri saha sürmeye ihtiyaç var. Ezcümle, bir türlü toparlanamayan, anketlerde yüzde 7-8 bandında çakılmış olduğu görülen Die Linke tarihsel bağlamda, emek sınıfının reform mücadelesinin ateşli bir destekçisi ve taşıyıcısı olmak ama aynı zamanda kapitalizmi bir bütün olarak, tüm uygulamalarıyla birlikte tarihin çöplüğüne gönderecek antifaşist hattı oluşturmakla yükümlüdür. Bu görev, her defasında antifaşist cepheyi yüz üstü bırakmış, burjuva demokrasisinin aparatı haline gelmiş, yüzü sağa ve kapitalizme dönük bir politik anlayış üzerine yeniden bina edilmiş Almanya Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) ya da henüz politik bağlamda ne olduklarına kendileri dahi karar verememiş olan Yeşiller’e bırakılamayacak kadar hayati bir önem taşıyor.