Yumruğunu masaya vuran, Musa gibi denizleri yaran, ağzından köpükler saçan değil, toplumsal diyaloga zemin hazırlayan liderliğin sesi, üzerimize yıllardır boca edilen şiddet katmanlarından sağır olmuş kulaklarımıza zayıf geliyor olabilir mi? Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile “liderlik vasıfları” tartışmaları tekrar hortlamışken herkes adeta bir iletişim uzmanıymışçasına KK’nın tüm demeçlerini, tweetlerini, videolarını ince ince değerlendirir oldu. Bir yandan İmamoğlu ve Yavaş’ın desteği, bir yandan da farklı cenahlardan muhalefet seçmeninin iktidardan bezginlik paydasında buluşması ile KK anketlerde yükselen bir ivme gösterirken, sekülerinden İslamcısına, sağcısından komünistine, kamuoyu; cumhurbaşkanı adayının sıra dışı liderlik tarzını hala tartışmaya devam ediyor. Hitabet yeteneği şart, kürsü hakimiyeti elzem ve popüler ezberle karizmanın sesi yüksek desibelli, sert ve hatta hakaret içerikli olmalı, böyle öğrendik. Özellikle son 20 yıldır her gün tüm medya kanallarında tek adam hükümranlığının performatif estetiğine alışmış olmaktan olsa gerek, cumhurbaşkanı adaylığı tartışmalarına ve ‘liderlik vasıfları’na binaen toksik yorumlar havada uçuştu geçtiğimiz aylarda. Lider tam olarak neye benzer, cumhurbaşkanının görevleri neydi, bir dakika ya neden arkasından kitleleri koşturması gerekli ki bir cumhurbaşkanının gibi soruları kendime sorarken bulduğum bir an otoritenin sesi ve çağrıştırdıkları hakkında düşünmeye başladım. KK’nın sosyal medya mesajları, videoları ve reklamları kulaklarımızın alıştığından çok daha ‘yumuşak’ tonlu, desibeli düşük, pozitif, alışık olmadığımız yeni bir ‘otoriter ses’. Peki otoritenin sesi tam olarak neye benzer, kime aittir? KONUŞAN KİM? Dil antropolojisinde “ses” (“voice”) terimi, kişilik özelliklerinin dil kullanımı ile nasıl inşa edildiğini ve ifade biçimlerini analiz etmek üzere ortaya atılmış bir kavramdır. Kelime seçimleri (örneğin ‘merhaba’ ve ‘selamün aleyküm’ arasındaki fark), ses tonu, vücut dili, konuşmanın nerede (evde mi, dışarıda mı) ve ne zaman gerçekleştiği, konuşmayı dinleyen olup olmadığı (kamera karşısında mı, dost mecrasında mı) gibi bağlama dair faktörler, konuşmanın ya da metnin anlamını ve etkisini belirleyici rol oynar. Bir diğer deyişle sözcükler, onları kimin, nerede, nasıl söylediğine bağlı olarak, eşit olmayan, değişken anlam ve ağırlıklarla yüklenir. Kişiliğimizi ifade etmek için dile başvururuz; ama dil bize, kişilere ait değildir. Toplumla paylaşırız, beraber anlam katarız kelimelere. Her kelime, her ifade geçmişte başka birilerinin ağzından veya kaleminden çıkmıştır ve kullandığımız dilde o kişilerin sesleri bâkidir; ismiyle müsemma divan şairi Bâki’nin “Hz. Davut gibi sesini cihana sal, çünkü gök kubbede baki kalan sadece güzel bir sestir”* deyişi gibi. Baki kelimesini kullandığımda cümlenin zihinlerde ‘gök kubbe’ ve ‘sada’ kelimeleriyle otomatik tamamlanması gibi karşımızdaki kişi konuşurken sadece Ayşe, Kemal ya da Recep’in sesini duymayız; kullanılan terminolojinin veya o kişilerin temsil ettiğini düşündüğümüz grupların da sesini duyarız. İsim vererek veya vermeden yapılan referanslar, tonlamalar ve bir konuşmanın fonunda duyduğumuz melodi dahi dinlediğimiz kişinin sesine ve ‘kim olduğuna’ dair zihinlerimizde bir fikir uyandırır. Bu bağlamda dil, basitçe kelime dizimi ile oluşan mesajlardan ibaret nötr bir iletişim aracı değildir. "Tarafsız sözcük veya biçim yoktur" diye ifade eder bunu meşhur Rus edebiyat teorisyeni Bakhtin. Bütün kelimeler bir tarzın, bir görüşün, bir partinin, bir yazarın, şairin, bir kuşağın, bir yaş grubunun, bir dönemin izlerini taşır. Dolayısıyla dil, kişilerin —özellikle de politikacıların— kullandığı en temel siyasi araçtır. Politikacıların dili, güç ve otorite üzerinde hak iddia ettikleri bir araçtır. Siyasi söylemler, otorite ve gücün sesini taşımak ve kitleler tarafından tüketilmek üzere özenle hazırlanır. Dolayısıyla politik bir konuşma, sözcüklerin titiz bir seçimi ve düzenlenmesini içeren yoğun perde arkası çabaların sonucudur. Çünkü dünyayı ifade etme şeklimiz sadece bizle ilgili bir fikir vermez; dille şekillendirdiğimiz fikirlerimiz aynı zamanda dünyayı da yoğurur, şekillendirir. Bekir Bozdağ, “Siz olsanız ailenizi bir yere giderken Kılıçdaroğlu’na mı Tayyip beye mi emanet edersiniz?” sorusuyla şayet yaşasaydı Freud’u “Ben söylemiştim” diyerek gururlandıracak ilginç bir takım tuşlara bastı. Dil antropologlarının ilgi alanlarından biri dil kullanımının benlik algılarındaki etkisidir; diğer bir deyişle dil benliğin yongasıdır: Üslup, aksan, ton ve kişilerin kullandığı biçimsel farklılıklar zenginlik, fakirlik, toplumsal cinsiyet, ya da etnisite gibi sosyal kimliklerin, statünün veya kişilerin değer sistemlerinin bir yansıması, göstergesi olarak görülür. Bu toplumsal ve tarihi olarak inşa edilmiş algılar evreninde sert, zıtlaşmacı, dik tavırlar, şiddet dili, yeri geldiğinde ‘yumruğunu masaya vurmak’ hakimiyet, güç ve karizma ile özdeşleşmiştir. Bu “karizmatik”, otoriter figür biraz tanıdık sanki, ne dersiniz? BABANIN ADI Erdoğan’ın karşıtlıklar üzerinden kurduğu ‘biz – onlar’ söylemi, ülkemize sözde sürekli kumpas kuran Batılı güçler ve onların sözde yerel piyonlarını merkeze koydu yıllarca. (Daha güncel bir varyasyonu için bkz. “şampanya severler”e karşı “alnı secdeye vararak şükredenler”). Ülkeyi dış mihraklara karşı koruyan bir figür olarak kendini kuran rejim, toplumun bazı kesimlerini ötekileştirirken aynı zamanda kendini ve kendiyle eş tuttuğu devleti ‘koruyan kollayan’, gerektiğinde döven (bkz. Tekmelenen madenci) ve söven (bkz. ‘ananı da al git’ veya daha güzeli ‘sürtük’), yeri geldiğinde cezalandıran, yeri geldiğinde ödüllendiren bir aile otoritesi figürü olarak sundu. Evvel zamanlardan beridir babanın sembolik düzende kanun figürüyle özdeşleştirildiğini söyler psikanalist Lacan. Modern Türkiye’nin kurucu lideri Atatürk’ten beridir de cumhurbaşkanlığı bir tür ‘ata,’ baba ve (erkek) aile büyüğü imgesiyle eşdeğer görüldü. Baba’ya ve erkekliğe atfedilen sertlik, otoriterlik gibi özellikler reis-i cumhur imajıyla da iç içe geçti. Öyle ki geçtiğimiz günlerde Bekir Bozdağ, “Siz olsanız ailenizi bir yere giderken Kılıçdaroğlu’na mı Tayyip beye mi emanet edersiniz?” sorusuyla şayet yaşasaydı Freud’u “Ben söylemiştim” diyerek gururlandıracak ilginç bir takım tuşlara bastı: Cumhurbaşkanlığını bizim ‘sesimiz’, 80 milyonun temsili değil; kendimizi, ailemizi, özelimizi ellerine emanet edeceğimiz —emanet kelimesinin yanında zihnin yine durdurulamazcasına tamamladığı üzere— yanlış kişilere emanet edersek de hıyanete uğrayacağımız bir mevki olarak kurguladı. Bozdağ-land’de liderlik, babalık, özel mülk, ulusal güvenlik gibi birden fazla kavram aynı potada erirken, toplumsal korkuları ve fantezileri emanet-hıyanet, şampanya-seccade gibi ikilikler şenlendirirken, Sırrı Süreyya Önder’in şurada sorduğu çok yerinde soruları tekrarlamak isterim: “Emanet ne? Bekçi kim? Birinin ona ihanet edeceği nereden çıktı?” Psikanalizin de hatırlattığı gibi erkek egemen toplumsal tahayyülde yasa koyan, yürüten ve yargılayan baba figürünün bir gerçeklik değil, bir fikir, toplumun belli kesimlerini kayıran bir kurmaca olduğunu belirtir antropoloji ve tarih bilimleri. “Babalık” veya “Liderlik” adı altında tedavülde dolaşan fikirler otoritenin sesinin ne kadar yüksek çıktığı, masaya yumruğunu ne kadar vurduğu, sertliği ve son kertede saldırganlığına odaklanırken paradoksal şekilde bu güç figürlerine koruyucu roller de biçer. “Seven de döven de” kocalar, “iyiliği için” çocuklarını eve hapseden babalar, “aşkından” kıskançlıktan gözü dönen sevgililer gibi.
Cumhuriyet tarihinde Mustafa Kemal’in döneminden Erdoğan’a ismi, cismi ve kişilik özellikleri çeşitli kereler kalın hatlı değişimler gösteren toplumsal ‘liderlik vasıfları’ algısı KK ile bir kez daha değişecek mi, izleyip göreceğiz.
Fakat bu ofansif-defansif ikili performans, lider figürünü temsil amacıyla koltuğa oturmuş, herkesle eşit bir vatandaş olarak değil, toplumun üzerinde bir yerde, “herkesten daha eşit” bir hükümran olarak tahayyül eder. Diğer bir deyişle aile simgeselliğini arkasına alan “erkek” figür(ler) bize siyasetin çatışma değil uzlaşı ve daha temelinde bir temsil mecrası olduğunu unutturmuştur. Bu bağlamda da siyasi temsilcilerin sesinde halkın, yurttaşın sesinden ziyade hükümetin, partinin, devletin ve “babanın” sesi bâkidir. Bir lidere ilişkin temel beklentinin toplumsal adrenalini manipüle etme yetenekleri üzerinden kurgulandığı bir siyasi ortamda KK’nın sesini yükseltmeden, yanına türlü farklı siyasi figürü alarak, sakin, sevecen ve en önemlisi de eşit vatandaş vurgusuyla zihinlerimizdeki ziyadesiyle zehirlenmiş lider ezberini bozacağını ümit ve hayal ediyorum. Cumhuriyet tarihinde Mustafa Kemal’in döneminden Erdoğan’a ismi, cismi ve kişilik özellikleri çeşitli kereler kalın hatlı değişimler gösteren toplumsal ‘liderlik vasıfları’ algısı KK ile bir kez daha değişecek mi, izleyip göreceğiz. Karizmatik değil ama sempatik, maço değil medeni, çiftçi annesine de gazeteciye de saygıda kusur etmeyen, kendini halkın üzerinde değil yanında konumlayan bir lider profiline hazır mıyız peki, onu da bekleyip göreceğiz. Ülkemizi kökten bir değişime gark edeceğini ümit ettiğimiz bir seçimin arifesinde sormamız gereken yüzlerce sorudan biri belki de: Yumruğunu masaya vuran, Musa gibi denizleri yaran, ağzından köpükler saçan değil, toplumsal diyaloga zemin hazırlayan liderliğin sesi, üzerimize yıllardır boca edilen şiddet katmanlarından sağır olmuş kulaklarımıza zayıf geliyor olabilir mi? Mesele cumhurbaşkanı adayının kişiliği, tarzı, ‘sesinde’ mi; yoksa pek de aşina olduğumuz, sorunlu bulduğumuz ama bir türlü de kopamadığımız, idealize ettiğimiz zehirli bir ilişki tahayyülünde mi? --- * “Avazeyi âleme Davut gibi sal / bâki kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş.”