Zannediyorum farklılıklarımız ile “birleşe birleşe” kazanmak değilmiş mevzu bahis, benzer yönlerimizi ortaya çıkarıp ortak iyiye kanalize olmak; bizim o “teferruatlardan” sıyrılıp “vatan”ı kazanmamızı sağlayacak olan. Bunu başaran, bu oyunu kazanacak. Bazı rüyaların anlamsızca konudan konuya atlamasına benzer şekilde, kafasında birçok odacık bulunan “dağınık” yazarların da eminim benim gibi bir yazıyı yazarken arka planında başka bir konu “çalışmakta” oluyor. Ben bunu, kökünün ben olduğum bir ağacın dallarına benzetiyorum. Şu durumda, geçen hafta sizler ile paylaşmış olduğum yazım ağacımın ilk dalıysa, az sonra bu satırları dolduracak olan yazım da onun yanında yeşillenmiş başka bir dal. Fakat ayrı değil, yine birleşik. Çünkü konularımız birbirinden çok da bağımsız değil, belki de devamı niteliğinde. Geçen hafta, Cumhuriyet Halk Partisi’ne yöneltilen “sağa kayma” eleştirisini eleştirmiştim. Sanki bu yazı ondan sonra değil, ondan önce yazılmalıymış gibi hissediyorum artık, çünkü “sağa kaymak”la işaret edilen tam olarak nedir, önce onu konuşmalıydık. Konuya “CHP’nin ikinci turdan önce söylemlerine kattığı “sığınmacı” tavrı mı, yoksa Sayın Kılıçdaroğlu’nun elini masaya vurarak sertleştirdiği retoriği mi?” gibi örneklerle biraz değinmeye çalışmıştık fakat ben bu konunun üzerine istişare etmek isterim. Sayın Nihat Behram’ın kıymetli eseri Darağacında Üç Fidan’ı okuduğumda ortaokul son sınıfta idim. Kitabın sonunda, okuduklarımın gerçek olduğunu kabullenmekte direnip tabir-i caizse bir şok yaşamıştım. Çocuk aklımla “Vatanını bu kadar seven bu gençleri nasıl vatan haini ilan edip astınız? Ülkesine bu kadar sahip çıkmak isteyen bu gençlerle, milliyetçilerin devamlı kavga hâlinde olması çok saçma değil mi? Aslında kavga hâlinde olan herkes nihayetinde aynı şeyi savunmuyor mu?” diye düşündüğümü şu an 37 yaş hâlim çok iyi hatırlıyor. Ergenlik dönemlerinizi hatırlayın, nasıl da hepimiz bir yere, bir şeye ait olma çabasındaydık, hep bizi en iyi temsil eden o keskin duruşu, o ekolü, o idolü aradık. Siyaset de böyleydi; siyasetin, az önce kullanmış olduğum sıfatlar arasındaki en yakın arkadaşı ise “keskin”di, zannediyorum. Bir ideolojiye sahip olduğumuzu belli etmek pahasına giydiğimiz “parka”lar, uzattığımız saçlar veya aksine kısacık kestirdiğimiz saçlar, bıraktığımız sakal şeklinden tutun, giydiğimiz beyaz çoraplar, elimizde taşıdığımız ama belki de kapağını açmadığımız “Das Kapital” dahi bizim, bir “yere” ait olduğumuzu ve bu ait olduğumuz yeri çevremize göstermek istediğimizi belli eden sembollerdi. Söylemlerimiz de sembollerimiz kadar “kendini belli eden” türde ve jargonumuz da o yönde gelişmekteydi; kimi “Hocam” diye seslenirdi, kimi “Reis” derdi. (Bu dönem belki de Le Bon’nun Kitleler Psikolojisi’ne “selam çakan” bir dönem olarak ayrıca incelenebilir, benim de ağacımın dallarından biri olarak not alınsın.) Tüm bu semboller, bu söylemler, 1980 döneminde kendi içinde ikiye bölünmüş ve sınırları net bir şekilde belli olan şehir merkezleri, evet bize kendimizi bir yere ait ve belki de buna bağlı olarak değerli hissettirdi, ki hissettirmiştir de muhakkak çünkü bu kadar organize bir “körü körüne” bağlılığın başka bir açıklaması olamaz fakat, tüm bunlara gerçekten gerek var mıydı? Bugün geldiğimiz noktanın ve şu an Türkiye güncel siyasetinde yaşanan bocalamanın kaynağını bu soruda görüyorum. Geçen hafta ben yazımı yazarken CHP’de gözle görülür ve hatta kalple hissedilir şekilde yaşanan bu keskin ve kırgın kutuplaşmanın şu an İYİ Parti tarafında başladığını ve önümüzdeki günlerde tamamen görünür şekle bürüneceğini düşünüyorum. Ortada bir ittifak kalmadığı için ufukta bir ayrılık değil fakat belki de “hiç ummadığımız taraflarda bir birleşme seziyorum.” derken bile az önce eleştirdiğim dönemden çok da farklı bir söylemde bulunmuyorum ve o zihniyeti yeniden üretiyorum sanki ak ile karanın bir arada olması dünyanın sonuymuş gibi… Görüyorsunuz ki yıllardır bize dayatıldığı şekilde “ya ondansın ya bizdensin” içimize o kadar işlemiş ki, muhakkak bir taraf seçmek ve o günden itibaren tüm hayatımızı o sıkışmışlığın içinde yaşamamız gerektiği fikrinden sıyrılamıyoruz bir türlü. Yine soralım: tüm bunlara gerçekten gerek var mıydı? Soruları geliştirelim; ben, Üstadım Ziya Gökalp’in de önerdiği gibi hem bir Türk Milliyetçisi hem de bir feminist olamaz mıyım? Feminizm, Marksist ideolojilerin tekelinde midir? Veya bir başkası anayurdunun okullarında, İstiklal Marşı’nın okunmasını talep ediyorsa bu kişi “faşist” midir? “Andımız” diye bir gelenek vardı sahi, farkında mısınız konu üzerine konuşmak dahi “kafatasçılık”la suçlanmaya sebep oluyor günümüzde; öyle bıçak sırtı bir konu hâline geldi.
Görüyorsunuz ki yıllardır bize dayatıldığı şekilde “ya ondansın ya bizdensin” içimize o kadar işlemiş ki, muhakkak bir taraf seçmek ve o günden itibaren tüm hayatımızı o sıkışmışlığın içinde yaşamamız gerektiği fikrinden sıyrılamıyoruz bir türlü.
Kimi diğerinden, sağ görüşlüler diye alkol almamasını bekliyor, kimi yanındakine “sen solcu değil misin, çevreye neden çöp atıyorsun?” diyor, çevreci olmak solcuların tekelinde ona göre. İnanır mısınız, anadilini doğru yazmasını isteyen kişiyi faşist olmakla suçlayanını gördüm. Bu kadar seviyoruz kutuplar arası yaşamayı ve bir ekvator çizgisinde buluşamamayı. Sanıyorum bu da hayatın kendi dinamiği içindeki sosyal yaşantımızda dahi popülizmin yarattığı antagonizmin bir çeşit bireysel haz üretmesinden kaynaklanıyor, bu da ağacımın başka bir dalı olsun. Yine benim o çocuk aklıma ve Dar Ağacında Üç Fidan’a dönersek, günün sonunda hepimizin endişesi, kutsalı, o ırmağının akışına öldüğümüz vatanımızsa bu işte bir terslik yok mu? Ben “Ben bir Cumhuriyet kadınıyım.” dediğimde benden Cumhuriyet Halk Partili olmamın beklenmesi, ülkemizde maalesef ki misafirliğini çok uzattığını düşündüğüm sığınmacıların artık evlerine dönmelerini istediğimde Sinan Oğancı olmamın beklenmesi, taşeron işçilerin haklarını aradığımda Türkiye İşçi Partili olmamın beklenmesi, Cuma namazını bari 3. Haftasında kaçırmaması gerektiğini hatırlatmak için bir yakınımı aradığımda Adalet ve Kalkınma Partili olmamın beklenmesi gibi daha da çeşitlendirilebilecek örneklerin yaşanması bence bizim en büyük sorunumuz. Dünyadaki diğer ülkelerin iç dinamiklerini ve yerleşik kültürlerini ayrı tutarak Türkiye özelinde bir Türk vatandaşı olarak bu ve bunlar gibi teferruatlar ile çok fazla vakit ve efor kaybettiğimizi, üzülerek söylemek istiyorum; hele ki söz konusu vatanken… Zannediyorum farklılıklarımız ile “birleşe birleşe” kazanmak değilmiş mevzu bahis, benzer yönlerimizi ortaya çıkarıp ortak iyiye kanalize olmak; bizim o “teferruatlardan” sıyrılıp “vatan”ı kazanmamızı sağlayacak olan. Bunu başaran, bu oyunu kazanacak. Herkesin “ortak iyi”si ne olabilir, o da ayrı bir dalı olsun ağacımın…