Tık’lanmak sesimizin yankılanma biçimi. Her tık, var olduğumuzu gösteren yeni ontolojik izdüşümümüz. Çağımızın varlık birimi: bir TIK’tır artık. Koşulsuz şartsız ekonomik büyüme üzerine kurulu dijital evrenimizde her şey bu “tık” etrafına kurulu. Yörüngemiz de, yönümüz de, zeminimiz de, gökyüzümüz de o. Müşteriyi pazara çekmenin, satış yapmanın, ün kazanmanın, iktidar sağlamanın, “bilgi”ye hakim olmanın, düşüncelere hakim olmanın, duygulara hakim olmanın ve daha nice unsurun biricik kaynağı… Dijital dünyada her tıklama hamlesi; ilgimizin oltaya takılması demek. Dikkatimizi çelmeye çalışan tüm ayartıcıların yapmak istediği şey bu: önümüze sunulan “oltalara” tıklamamız. Satan da, satılan da, satın alan da aynı mabedin hizmetinde. Bilgiyi arayan insan, bilgi olarak satılan insan, bilgiyi satan insan, her biriyiz artık… Konumumuzun altından kaygan bir zemin akıp duruyor. Pozisyonumuz sürekli değişse bile değişmeyen tek şey Tık’a olan ibadetimiz. Dijital mecrada sayısal karşılığı olmayan her şeyin yok farz edildiği dünyamızda dijital bir benliğe sahip olmak neredeyse bir zorunluluk. Artık görünür olmak, arzu tonundan uzaklaşarak dayatma ve zorbalık rengine yaklaşmakta. Tık’lanmanın; var olmak, yer kaplamak, fark edilmek, satılmak ve satmak yani iktidar sağlamak anlamına geldiği bu bağlamda akademi, sanat, uzmanlık, entellektüelite gibi tüm önemli unsurların anatomisi değişmekte. Uyaran bombardımanı ve sınırsız bir veri akışına maruz kaldığımız bu dijital evrende yönelimlerimizi ön beynimizden çok sürüngen beynimiz şekillendiriyor. Hızlı uyaran, dikkat çeken, dürtü ve duygulara hitap eden, kısa yollu haz paketleri sunan, sindirimi kolay, sentetik gıdalar ile beslenmekteyiz. Sürüngen beynimizin hızı ön beynimizden önde gidiyor. Uzun vadeli faydalara, zihnimizi zorlayan ve odaklanmayı gerektiren uyaranlara, duygu yerine bilişe hitap eden metinlere toleransımız git gide azalmakta. Alıcı konumundaki taliplerin seçimleri bilginin/ürünün/uyaranın nasıl sunulacağı ile ilgili algoritmaya da şeklini vermekte. Bu algoritma ise bir geri besleme döngüsü yaratarak alıcıların seçimlerini şekillendirmekte. Böylece kendini besleyen ve büyüten bir kısır döngü oluşmakta. Üreten, yazan, satan herkes bu yolaklardan akmaya “zorlanmakta”. Peki bu nehir yatakları git gide daha belirgin ve derin olduğunda sular yine de farklı bir yerden akabilir mi? Yoğun talep karşısındaki arz, kendi kimliğinde diretebilir mi? Yüzeysel ve hazmı kolay uyaranlar tıklandıkça derin ve meşakkatli olan şeyler kendi mizacını sürdürebilir mi? Yoksa aşına aşına ufalanırlar mı dijital dünyanın tazyiği karşısında? Düşünce süreçlerimiz dijital dünyanın mayası ile yoğruluyor. Zihnimiz birbirinden kopuk milyonlarca veri ile haşır neşir. Bu ayrık ve ham dataları birleştirip örüntü oluşturacak kadar çok vaktimiz ya da motivasyonumuz yok. Bilgileri belli bir bağlama oturtup, sentezleyerek bir idrak noktasına eriştiremiyoruz. Fikirler düşük yapıyor. Yüzeyde yayılan milyonlarca veri, derine doğru kök salmıyor. Veriler ya da bilgi parçacıkları uzayda savrulan meteorlar gibi yönsüz ve bağlamsız bir şekilde dünyamıza girip ufalanıyorlar. Bu durumda bilgi üreten zihin “veri taşıyıcı” bir aygıta evriliyor. Düşünürler, içeri doğru derin dışarı doğru ufku geniş kişilerdir. Felsefe özetle; “üzerine düşünebilme”, “düşünce üzerine düşünebilme”  ve “belli bir alanda yoğunlaşabilme becerisidir”. Yoğunlaşma becerisi, dikkatin uyaran aralığını daraltır ve bilişsel kapasitenin büyük bir çoğunluğunu seçilen alana ayırmamızı sağlar. Bu sayede derinlemesine düşünmek ve bilgiyi işlemlemek mümkün olur.  Dikkatin sürekli bölünmesi ve uyarılmasıyla bu yoğunlaşma ve metabolize etme becerisi sekteye uğrar. Nietszche ekran bağımlısı olsa ne olurdu? Uyarılmalar ve ayartılmalar ile sık sık bölünse. Direnme eşiği düşse ve dağınık bir bilgi havuzunda yüzmeye başlasa? Yoğunluğunu kaybetse? Ya da aynı şekilde üretmeye devam etse bile kendi derinliğini, ufkunu yansıttığı paylaşımlar hiçbir zaman rağbet görmese? Düşüncelerini 200 harflik bir tweete sığdırmaya çalışsa ve paylaşımları hiçbir zaman favlanmasa? Zamanında fark edilmemiş, kıymeti teslim edilmemiş birçok yazar buna rağmen üretti diyebilirsiniz. Ancak görünürlüğün bir norm, tıklanmanın ise dayatma olduğu şimdiki gibi bir bağlamda kaç yazar, kaç düşünür, kaç uzman direnebilecek algoritmanın bu vakumlu çağrısına? Tıkların yani her türlü etkileşimin kısa yoldan sunduğu dopaminin kokusuna kim, ne kadar direnebilecek? Denizin yükseldiği hemen belli olmaz. Damla damla, yavaş yavaş biriken sular değişimi tespit edilemez kılar. Dijital kültürü solurken, ortada uçuşan dopamin kokusu yazarların/düşünürlerin/uzmanların zihin dünyasına usul usul yön verir. İlgileri; ilgi duyulanlar, yazdıkları ise yazılması istenen metinler ile yer değişebilir. Adam Philipps’in deyimiyle yazmak bir itki olmaktan çıkıp talep karşısındaki bir tepkiye dönüştüğünde fikirler ve fikir üretenler algoritmaların dünyasında “silikleşebilir”.