Yeni kabine belirlenmiş; altı yeni isim varmış, kabinedeki kadın sayısı nihayet ikiye çıkmış; Milliyet’e göre kabine reformu hedefliyormuş; Cumhuriyet’e göre kabinenin oluşumunda ‘özgül ağırlık’, ‘düşük profil’ ve ‘sadakat’ kriterleri ön planda imiş. Bunlar haber olarak geçiyor geçmesine ama yeni kabine bizleri heyecanlandırıyor mu? Kabinedeki bazı isimler umut vaat ediyorlar mı? Yeni kabine ile ‘o hal’deki gündelik hayatlara adalet daha mı yakınlaştı? Bu sorulara hiç düşünmeden “evet” demek güç… Anlaşılıyor ki kabine değişikliği, gündelik hayatın sıradan insanları için yapılmadı. Otomatiğe bağlanmış Saray eksenli bir politika var zaten. Kabine değişikliği partideki ister metal yorgunluğunu ortadan kaldırmak, isterse tek lider olan Recep Tayyip Erdoğan’a bağlı yeni kadrolar oluşturarak partide sinerji yaratmak amacına dönük olsun, sokağın gündeminden çok uzak… On dört yıldır iktidar olan, toplumun en azından yarısını karşısına almış, bir OHAL’den başka bir OHAL’e koşan, sömürüyü, baskıyı ve tahakkümü olağanlaştıran bir siyasal parti, yeni kurduğu bir kabine ile sokaktaki sıradan insanların somut ihtiyaçları için neyi vaad edebilir ki? Biliriz ki siyasal olan, hayatın somut ihtiyaçlarına dokunan, değen ve karşılık veren, heyecan ve umut çoğaltan bir işbirliğidir; örgütlenmedir, ki Ak Parti bir dönem siyasalın kıyılarında dolaşarak oy oranlarını yükseltmişti. Böylesi örgütlenmeleri sivil toplumdan özerk, maaş alan memurlar yapamaz. Bu örgütlenmeler sokağı harekete geçirirler. Bu nedenle ne ‘15 Temmuz Efsanesi’nin ne de kabine değişikliğinin hayata dokunan bir etkisi oldu. Sokağı canlandıran, harekete geçiren şey merak, heyecan, umut gibi olumlu duygular, renk çokluğu, güven, samimiyet ve dayanışma iklimidir. *** Oysa O sabah, olağan bir Pazar başlangıcını anlatmıyordu. Kalkıp ekmek ve/veya gazete almak için bakkala ya da fırına uğranmamış; “haydi kalkın, kahvaltı hazır” denilerek çağrılmamış ya da kimseyi çağırmamıştı. Yani bildik bir kahvaltı yapılmamıştı evlerde. Selamlanan kişiler de aile bireyleri ve sokağın birkaç sakini değildi. Gündelik yaşamın sıradan, mütevazı, tarihsiz ve sıkıcı ritmi kırılmıştı. Başka idi bu Pazar, “beyaz”dı: “Beyaz Pazar”. Uzunca zamandır kuruyan umutlar, yollarda, adalet yürüyüşünün taşıdığı su ve ter ile sulanmıştı. Umudun ve demokrasinin filizleri, Türkiye’nin ve dünya kamuoyunun gözleri önüne serilecekti. Bu nedenle başta İstanbul’da olmak üzere, Türkiye’nin tüm kentlerinde “umudun nasıl yeşertileceğine” ilişkin merak, ilgi ve sahipleniş duyguları, yolda olmaya hazır iki milyonu aşkın muhalif bedeni kaplamıştı. Sokağa çıkanlar, verili sahnenin özneleri ile özdeşim kuran sıradan bir seyirci kitlesi değildi. Brecht’in düşlediği epik tiyatronun etkin ve sorumlu seyircileriydi. Ki bu seyirciler öğrenmekten, bilmekten ve çözümlemekten keyif alıyordu. Günlerdir süren haberleşmeler, sokağın ve mahallenin pankartı, dövizi, kırlangıcının rengi, otobüsü, gidiş hazırlıkları, armağan ekonomisi, duvar afişlemeleri, ötekilere yapılan çağrı çok ciddi bir heyecan dalgası yaratmıştı. Büyük kaygı bulutlarının arasından gökkuşağı renklerinde umutlar yeşeriyordu. Zulmün koyuluğunun içinden manevi bir yüceliş ışıldıyordu. Vicdanlar, “bencil hesabın buzlu suları”ndan kurtuluyordu. Yollardaki eski ve yeni binlerce otobüs, minibüs ve otomobil, bazen arıza yaparak yol kenarlarına, bazen dinlenme tesislerine yaslanıp soluklasa da, dinlenmenin ardından Maltepe’ye doğru hızla yol alıyordu. Tek bir simge taşınıyordu Ankara, Güven Park, Kızılay Meydanı’ndan İstanbul Maltepe Miting alanına: Adalet. Adalet yürüyüşünde, gündelik hayatın olağan ritmi kırılmıştı, bu kırılma halinde var olan anayasal düzenin “toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı” kullanılıyordu. Biçimsel olarak yapılan sivil itaatsizlik bile değildi. Ne var ki bu hakkın kullanımı, küçük bir sol/sosyalist çevre dışında, adeta unutturulmuştu, yürüyüşte bu hak, ana muhalefet lideri öncülüğünde hayata geçiriliyordu. Ne var ki adalet yürüyüşü ve yürüyüşe dahil olan iki milyona yakın hareketli insan, siyasal iktidarın en yetkili ağızlarından “terörist” yaftası yemekte gecikmemişti. Oysa terör ve terörist kavramı, gizli, beklenmeyen, öngörülemez nitelikleri ile anılan ve sonuçları itibariyle insanları dehşete düşüren eylem biçimleri için kullanılır. Başlangıcı ve bitişi itibariyle kamuoyuna açık, amacı ve sonuçları öngörülebilir olan, yani insanı dehşet düşürecek hiçbir eylem ve tasarrufun olmadığı, insanları felç etmek yerine harekete geçirme, tepki verme,  hakkını aramaya motive etme niteliğindeki bir eylem biçimi olarak adalet yürüyüşü, “terör” kavramı ile yan yana getirilemezdi. En son söylenebilecek şeyler, hatta olağan bir demokraside hiç söylenmemesi gereken sözler AK Partinin seçkinleri tarafından kullanılır olmuştur. Bu yeni bir durum da değildir. AK Partisinin elitleri, anayasa değişikliği referandumunda hayır kampanyası yürüten, adalet yürüyüşüne katılan ve destekleyen, HDP’ye ve CHP’ye hatta MHP’ye oy veren milyonlarca insanı bu kavramla ilişkili hale getirecek sözler sarf ederek karşı-hegemonyanın önünü açmaktan da kaçınmamışlardı. Muktedirler, kendi lehlerine olmadığı sürece, rutini kırılan gündelik hayatı “isyancı” ya da “dehşet üreten” bir moment olarak tanımlıyor. 15 Temmuz çağrılarıyla sokağa bakan ve tüm bürokratik aygıtları da kullanarak “demokrasiye sahip çıkma” çağrıları yapan muktedir yüz, ‘öteki sokağa’ baktığında, “hak, hukuk ve adalet” için, aşağıdan demokrasi için, sokağa inmeyi teröre eşdeğer olarak anıyor. Bu bakış açısında, sokaklar ya da meydanlar kendilerine açık, ne var ki muhalefete kapalıdır. Hegemonya mücadelesinde Kılıçdaroğlu’nu “sokağa çıkamaz hale getirmek”, karşıtını da sokağa zor çıkar hale getirir. Yani mahkûm ve gardiyanın benzer bir hayatı yaşamaya başlaması gibi diyalektik bir ilişkidir burada açığa çıkan… Bu nedenle hem sokağı hem de “işlevli kamu kurumları”nı birbirileri ile konuşan, birbirlerinin somut ihtiyaçları gören ve duyan bir yerden yeniden inşa eden bir siyaset tarzına ihtiyacımız var. Siyasal iktidar ne denli baskı altına alırsa alsın toplumda korku eşiği aşılıyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken OHAL koşullarında, yurttaş olma bilinci ve ötekinden sorumlu olma duygusu milyonlarca bedeni etkisi altına alıyor. OHAL sayesinde, “grev hakları”, iş güvenceleri, geçimini sağladığı işleri, haksız ve hukuksuz biçimde ellerinden alınan milyonlarca emekçi var. Hak, hukuk ve adalet kavramları sokağın belli başlı gündemini oluşturuyor. Bu talepler politikleştikçe yaşamın mütevazı, sağlam, doğal gibi görünen niteliklerini kırılıyor, sokağın sakinleri adalet arayışının peşine düşüyor. Adalet yürüyüşündeki insan seli, o güne dek suçlulaştırılanları, terörize edilenleri, haksız biçimde işlerinden ihraç edilenleri, iddianameleri bile hazırlanmadan günlerce/aylarca cezaevinde tutulan milletvekillerini, gazetecileri, yazarları, su ve alın teri ile aklayarak ilerliyordu. Öte yandan bir tanınma mücadelesi veren, iktidarın bırakın tanımayı daha büyük baskılarla sindirdiği ve korkuttuğu kimlik yelpazesinin çeşitli kesimleri de yürüdü aynı zamanda. Yani yürüyüş, bir verili sözde adaleti yıkıyor ve yeni bir adalet inşa ediyordu. Hak, hukuk adalet sloganı bu yüzden iki milyon kişinin bedeninden öfke ve umutla yükseldiğinde, hem yıkıcı hem de yeniden kurucu niteliğini ortaya koyuyordu. Yürüyüşte, sadece düşündüğü, yazdığı ve konuştuğu için işinden atılan, cezaevine sokulan, soruşturmalarla kelepçelenen, yurt dışına çıkışı engellenen, özgül yaşam tarzlarına saldırılan, sinmiş, konuşamayan, yazamayan ve korku içinde neyi beklediğini bilmeden bekleyen milyonlarca insan için adalet istenmişti. Miting alanında işçi sınıfının hemen her katmanından insana rastlamak mümkündü. Genelde yürüyüşün ve Maltepe Mitinginin ‘toplumsal fotoğrafı’ çoğul, çeşitli, renkliydi. “Hayır yelpazesi”nin hem solunda, hem de sağında yer alan politik özneler, emek ve demokrasi mücadelesinin temsilcileri, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar, işçiler, kadınlar, gençler, Gezi anneleri, doğanın temsilcileri oradaydı.  Miting alanında kentlerin farklı semtlerinden akan yurttaşların birbirlerine ilgi düzeyi düşük olmakla birlikte, çok uzun zamandır yapılmamış bir şeyin içine giren insanın yüzündeki “bulutlardan bakma” haleti ruhiyesi vardı. Tanıdığı insanlara çok sıcak, diğerlerine ise mesafeli bir duran insanlar! Alan yavaş yavaş doldu, kaygılar silindi ve Zülfü Livaneli’nin güzel türkülerinin ardından Kılıçdaroğlu’nun gelişi ile çoşku tırmandı. Öylesine bir konuşmacı değildi sahnedeki, yarım kulak dinleyen bir seyirci de yoktu alanda… Konuşma esnasında Türkiye gerçekliğini vurgulayan her söz ve öneri karşısında, birbirlerinin tepkilerini merak eden insanlar etraflarını süzmeye başladılar, tatlı bakışmalar selamlaşmalara dönüştü. Hemen her sözün kitlede bir karşılığı vardı, tepkiler alkışlarla ifade ediliyor, ardından kitlenin sözü geliyordu. Hak, hukuk, adalet sloganı, denizden gelen esintiye karışarak kalabalığın saçlarını tarayıp geçiyordu. Alkışın yerini yuhalamaların aldığı bir anda Kılıçdaroğlu meydandakileri uyarıyordu. Çünkü adalet yürüyüşü, kutuplaştırmanın karşısına yan yana gelmeyi, buluşmayı ve bakışımı öne çıkarıyordu. Ayrıca muhatap iktidardı ve bu yürüyüş ve miting, iktidardan iktidarı değil, adaleti talep ediliyordu. Bunun için özellikle Ak Partinin kitle tabanı ve bu talepleri müzakere edecek politik öznelerle diyaloğun önü açılmalıydı. Enis Berberoğlu’nun gözaltına alınması ile başlayan “adalet yürüyüşü”, başlangıç sözünü aşarak doğrudan ya da dolaylı “herkes için adalet” diyen bir içeriğe evrildi. 10 maddelik adalet çağrısı, “hayır yelpazesi”nin asgari ortak sözünü içeriyor. (1) OHAL kaldırılsın. (2) Darbe girişiminin siyasi ayağı ortaya çıkarılsın. (3) İnsan haklarına aykırı uygulamalardan vazgeçilsin. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlansın. (4)Yargıya erişim ve sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan tüm uygulamalara son verilsin. (5) 15 Temmuz darbe girişimi ile hiç ilişkisi olmayan ama sırf Hükümete muhalif görüldüğü için bütün haklarından yoksun kılınan akademisyenler ve kamu görevlileri görevlerine iade edilsin. Tutuklu milletvekilleri serbest bırakılsın. (6) Gazeteciler serbest bırakılsın. (7) Anayasa değişikliği kamu vicdanında gayrimeşru olduğu için Türkiye bu anayasa ile yönetilmemelidir. (8) Eğitimde laiklik ilkesinin aşındırılmasına son verilsin, toplumsal adaletsizliği yeniden üreten eğitim politikalarına son verilsin. (9) Toplumsal adaletsizliğe karşı ortak irade geliştirilsin. Tüm antidemokratik uygulamalara eşit yurttaşlık temelinde son verilsin. Kadınlara karşı ayrımcılığın önüne geçilsin. (10) Uluslararası hukuka saygılı bir dış politikaya dönülsün. Çağrı metnindeki her madde, mülk sahibi olmayan işçiler, çiftçiler kadar mülk sahipleri, kadınlar kadar erkekler, çocuklar ve gençler, Kürtler kadar Türkler, hatta Suriyeliler, Aleviler kadar Sünni Müslümanlar, hatta Hıristiyanlar için de en az ortaklaşabilir talebi içeriyor. Adalet çağrısı, adalet ve demokrasi talebinin asgari bir programını öneriyor. Hayır yelpazesinin % 60’lara yaklaşan kesiminin ilk etapta rahatsızlıklarını giderecek bir metin. Ama nihayetinde bu, çağrı metninde de ifade edildiği gibi, “yeni bir adım”, “yeni bir doğuş”! Maltepe meydanının çıkışında, alt geçitin içinden on binlerce insan akarken, alüminyum tutamaklardan çıkan “tamtamlar” eşliğinde söylendiği gibi “bu daha başlangıç!” Asıl olan iktidar karşısında sokağın taleplerini dillendiren muhalefetin bundan sonraki süreci nasıl öreceğidir. “Korku gömleği çöpe atılmış ve umut yeşertilmiş”, söz söylenmiştir; şimdi sırada, sözü derinleştirerek içselleştirmek ve toplumsal mücadele güçleri ile geliştirici ve ilerletici ilişkiler kurarak bu sözü pratiğe/sokağa taşıyacak yolları örmek ve sosyal ve demokratik bir cumhuriyetin önünü açmaktır. *** Ne var ki toplumun bir kesiminin sözü ve yapıp ettikleri yetmez, iktidar cenahının ne yaptığı da önemlidir. Hâkim medyadan, Hürriyet mitingi “büyük final” manşeti ile birinci sayfada yer verdi. İktidar yanlısı gazetelerin bir kısmı yürüyüş ve Adalet Mitingi konusunda üç maymunu oynadı. Diğerleri, yürüyüşü ya görünmez kılmak ya da suçlulaştırma yaklaşımı sergilediler. Akit manşetten saldırarak Kılıçdaroğlu ile yürüyen kitleler arasında kurulan bağı zedelemeyi hedefledi. Yeni Şafak ilk sayfanın altında “Maltepe’de bitti” manşeti atarak sürecin tamamlanmasını müjdeleyen bir başlık attı. Türkiye ve Akşam gazeteleri konuyu manşete taşımamış yani görünmez kılmıştı. Bu gazetelerin ağırlıklı gündemini, Körfez harekâtı, 3. Havalimanı, enerjide Türkiye’nin oyun kurucu rolü, FETÖ, ABD ve NATO’nun 15 Temmuzdan haberdar olduğu iddiaları ve PYD ve PKK haberleri oluşturuyor. Yani iktidarın hükmetme siyaseti, para, kaynak ve toprak odaklı olarak ekonomi ve güç biriktirme siyasetine odaklanmıştı. Evlerin, sokağın, emekçilerin acısı, öfkesi yok! Düşler yok! Umutlar yok! İnsanlığa ilişkin özlemler, en insani beklentiler, sanat ve bilimden eser yok! Geriye kalan takır tukur bir hükmetme siyaseti! Ne var ki siyasal iktidarın aleni sözleri, gündelik hayatın örtük senaryolarına teğet geçiyor artık! Yukarıdan gelen her söz, gündelik hayatın zorunluluklarından bunalmış insan aklını rahatsız ederek onu harekete geçiriyor. İktidarın dillendirdiğinden farklı her bir önerme, sav ya da seçenek hızla suçlulaştırıldığında, gündelik hayatın içindeki insanlar bu kez hayatlarına eleştirel olarak yeniden bakıyorlar. Hayat pahalılığı artarken, hanelerde işsiz sayısı tırmanırken, kadınlar kamusal alanı terk etmeye zorlanırken, Türkiye’yi zenginleştiren kimlik yelpazesi yok sayılırken, insana olduğu kadar doğaya da kötü davranılırken, yurttaşların “ekonomi hızla büyüyor”, “terörü yok ediyoruz”, “Suriye’de oyun kurucuyuz” açıklamaları inandırıcılığını yitiriyor. Hâkim siyaset sahnesi, seyircileri tarafından eleştirel bir gözle okunabiliyor artık. Büyük siyaset sahnesi aleni, tek sesli, kendini tekrar eden naylon dizilerdeki gibi muktedirlerin/Ak Parti elitlerinin bürokratik/sıkıcı konuşmalarından oluşuyor; iç karartıcı, sıradan, kutuplaştırıcı, yavan ve zaman zaman hoyrat… Sizi bir türlü kendine ve boş sözlerine dahil edemeyen dedikoducu bir komşu gibi… Yeni elitlerin her fırsatta insanları “milli irade” potasında erimeye yönelik çağrıları ezberden biliniyor. Bu çağrıların bizlerin somut çeşitliliğini, zengin içsel farklılıklarımızı silmeyi veya asgariye indirgemeyi amaçlayan türdeşleştirici, özümleyici ve arındırıcı pratikler olduğu, artık daha geniş bir “hayır yelpazesi”nden görülüyor. Önceden kafa karıştırabilen bu çağrılar, ruhunu yitirmiş gözüküyorlar, çünkü yeni bir kültürü, bir insanlığı, bir yaşama sevincini tanımlayamıyorlar artık. Çünkü bu sesler, hayat pahalılığı, yoksulluk, göç, açlık, işsizlik ve hukuksuzluklar, yakılıp yıkılmış evler, kaygı ve yitip gidenlerin yası ile dolu gündelik yaşamların arzularına karşılık vermiyor. 2017 Temmuz’unun en sıcak günlerinde, Ak Parti’nin tepesi paranın, gücün, daha somut olarak kadroların boşaltılması ve gevşek güvencelerle yeniden doldurulması ile fazlasıyla meşgul! Bu meşguliyet, Lütfü Oflaz’ın belirttiği gibi Ak Parti tabanını da rahatsız edecek düzeyde, başta belediyeler olmak üzere yolsuzluk ve rüşvet söylentileri almış başını gidiyor. Ak Parti’nin politik öznelerinden çıkan ve bize doğru yayılan sesin birinci dalgası, on dört yıl boyunca Türkiye insanına, pencereden başını uzatıp yüksek perdeden haykıran öfkeli, suçlayıcı, dışlayıcı bir ses! Sokakta özgürce oynayan çocuğun bu hakkını yok sayan, kendine ve çevresine güvensiz bir baba gibi. İkinci kanaldan gelen sesler, itaatkâr, umarsız ve ilgisiz; hiç bir şey olmamış gibi mırıltı biçimindeki sesler: “Oğlum/kızım gel, Allah ne verdiyse yemeğini ye, itaat et yavrum, sonra da rahat et” diyen daralmış biri adeta!  Bu sesler hâkim siyasetin tipik özelliklerini içinde barındırıyorlar.  Ak Partinin kuruluş yıllarında sıkça dillendirdiği eşitlik ve adalet siyasetine dair söz ve içerikten eser yok. Yani umut yok bu seslerde, vaat edilecek bir şey yok! Bu nedenle olsa gerek ‘öldürecek düzeyde eğlenceli olan televizyonların’ pek çok evde nadiren açılan bir ‘nesne’ olduğunu sıklıkla duyar oldum. Yani insanlar tek sesten hoşnut değiller; örgütsel ve politik çoğulculuğa, ifadeler çeşitliliğine, farklı dinamiklere, kimlik yelpazesindeki farklı esintilere, çok bileşenli, çok eksenli yaşamlara doğru kendilerini açıyorlar. Bu renkli ve çoğulcu yaşamlar, enerjilerini serbest bırakan, hatta seferber eden, onları tarih sahnesine çıkaran yepyeni deneyimler sunan ve kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerini sağlayan katalizörler olarak işlev görüyorlar. Hamburg’da G20 zirvesini protesto eden “1000 Zombi” performansında olduğu gibi, “tek”leşmek, aynılaşmak ve zombileşmek istemiyorlar. Performansın sonu büyüleci! Çamurun rengini almış olan tenlerin silinmesi ve tek tip giysilerin çıkarılmasıyla, insanın rengârenk özne olma halleri ortaya çıkıyor. Bu farklı renkler nasıl da göz kamaştırıcı! Protestocular, kendilerini fark edip eleştirel bir bilince ulaştıklarında, bu kez ‘öteki’leri fark ediyorlar. Ellerini birbirlerine uzattıklarında özneler arası bir düzleme doğru hep birlikte sıçrıyorlar. İşte adalet yürüyüşü ve miting, zombilikten kurtulma benzetmesi ile daha derin bir anlam kazanıyor. Hem Dünyada ve Türkiye’de emekçiler ve ezilenler eşitlik ve özgürlük mücadelelerini, “mümkün dünya”nın arayışını, özneleşme deneyimleri ve özneler arası güçlü etkileşimlerle birlikte sürdürecekler. Hayata gündelik hayatın zorunlulukları içinden bakan ve anlamaya çalışan bir yakınıma siyasetin ne olduğunu sordum. Düşündü önce “kirli bir şey” dedi ve sonra ekledi, “ceplerini doldurmak isteyenler siyasete girer”. Sokağın sıradan insanında siyasete dair böyle bir algılayış var. Bugün Ak Parti’nin tabanı da bu olgu/algıyı görüyor ve bu nedenle, “öncekiler de çaldı, bunlar da çalıyorlar ama çalışıyorlar da” diyorlar. Tarih hangi sözü doğrulacak? Hâkim siyasetin böyle gelmiş böyle gider anlayışını mı yoksa başka bir siyaset biçimi mümkündür diyenleri mi? Kabine değişikliğinin olduğu gün Ayrancı Mahallesi’nin bilinçli yurttaşları bir başka sorunla ilgiliydiler. Kabine değişikliği üzerine konuşmak gibi bir dertleri yoktu. Mahalledeki bir parkta sigara içtiği için yumruklanan ve köpeği tekmelenen “siyah inci” adıyla da tanınan Leyla Okay’la dayanışmak için şiddetin yaşandığı parka gittiler. Kadınların yaşamlarını denetlemeyi olağan bir erkek görevi haline getiren erkek egemen rejimi eleştirdiler. Leyla Okay yaşadığı olayı ve üzerindeki etkisini korkmadan, sinmeden, etraflıca anlattı. Polis kayıtlarına parklarda yaşanan öylesine bir olay olarak geçecek bu olgu, mahalle sakinleri tarafından politikleştirildi. Bu etkinlikle mahallelinin bilinç düzeyi yükselirken bir yandan da yargı sürecinde Leyla Okay ile nasıl bir dayanışma yürütülmesi gerektiği üzerine tartışmalar yürütüldü. Bundan böyle Ayrancı parklarında sigara içen, şort giyen, arkadaşlarıyla eğlenen, akşamında ilerleyen saatlerinde parkta oturan ve gece sokağa çıkan hiçbir kadın rahatsız edilmeyecek. Ayrancı, kadınlar için çok güvenli bir semt olacak! Ayrancı’da “mahalle meclisleri” ve “komşu hareketi” ile yurttaş ve komşu olarak birbirine sorumluluk duyma, ortak yaşama ve dayanışma kültürü gelişecek ve büyüyecek. Mahallelerde, sokaklarda başka bir siyaset var; bu örnekte kadının erkekle eşitlenmesi siyaseti, başka bir gün, başka bir eşitlik siyaseti hükmetme siyaseti ile kapışacak. Mahallelerimizde siyasalın kıyılarında dolaşmaya devam edeceğiz. Mahalleler öteki mahallere bağlanacak ve Türkiye’de aşağıdan demokrasinin okulunu sokak ve mahalleler oluşturacak… Gerek siyasal iktidar ve gerekse adalet yürüyüşündeki insanların siyaset adına yapageldikleri şeyin birbirinden ayırt edilmesine ihtiyaç var. Siyasetin ikili karakteri, adalet yürüyüşü ile açığa kavuştu. Bu konudaki kuramsal açıklamayı düşünür Jacquere Ranciére’den öğrenelim. Siyasalın Kıyısında adlı eserinde (s.71) düşünür, “siyasal olanın ne olduğu sorusunu soruyor ve yanıtını araştırıyor. Yanıtın kilit kavramı siyasal olan. Siyasal olan, ayrı türden iki sürecin karşılaşmasıdır diyor ve ekliyor. Birincisi hükmetme sürecidir. Bu süreç insanların bir araya gelişini ve rızalarını örgütlemektir. Bu sürecin temelinde yerler ile görevlerin hiyerarşik dağılımı vardır. Ranciére, hükmetme sürecine polis adını veriyor. İkincisi ise eşitlik sürecidir. Bir insanın herhangi bir başka insanla eşit olduğunun varsayılmasıdır. Bu süreç, eşitliğin doğrulanması kaygısının rehberlik ettiği pratiklerin oyunundan ibarettir. İkinci süreci anlatacak başka bir söz özgürleşmedir. “Siyasal olan, eşitliğin doğrulanmasının, verilmiş bir zararın, bir haksızlığın incelenmesi biçimine bürüneceği sahnedir”. Siyasal olan, ‘özgürleşme’ ile ‘polis’in bir haksızlığın, bir zararın ele alınışında karşılaşmalarıdır. Adalet yürüyüşü, bu karşılaşmanın bir sahnesi olmuştur. Bizler, eşitlik sürecinin, diğer bir deyişle özgürleşme sürecinin oyuncularıydık; iktidar ise hükmetme sürecinin. Taraf olduğumuz siyaset eşitlik ve adalettir. Dün gece yeni bir KHK ile binlerce kamu görevlisi ihraç edildi. Siyasal iktidar durmuyor; hükmetme makinesi hak ve hukuktan giderek uzaklaşarak yeni mazlumlar yaratıyor. Yeni ve eski mazlumlarıyla, Ak Parti’ye asıl tehdit partinin aşağısından “ayak takımından”, emekçi ve ezilen kitlelerden, kendi tabanından geliyor. Zira uyguladığı politikalarla Ak Parti, özelleştirmelerle, taşeronlaşmayla, artık bir norm halini alan güvencesiz çalışmayla işsizlik, yoksulluk ve sefaletten başka bir şey veremiyor. Ak Partinin seçmen kitlesi için sınıfsal ayrışma belirginleşiyor ve sınıfsal çelişkiler görünür hale geliyor. Ak Partinin İslam’a dayandırdığı dayanışmacılık ve eşitlik söylemi giderek aşınıyor. Bu nedenle “hayır yelpazesi”, derinleşmek ve büyümek zorunda! Bunun için yeni bir ittifak siyasetine ihtiyaç var. Adalet yürüyüşü ile iktidarı ciddi biçimde uyaran CHP’nin, HDP ve hayır yelpazesinin diğer özneleri ile birlikte bir ittifak siyasetinin başını çekmek zorunda olduğu açık. Bu siyaset içinde yan yana gelenler, birbirlerinin özgüllüklerine alan açmak, özerk var olma haklarını tanımak, çeşitli mücadele eksenleri arasında paralellikler, kesişmeler, yakınlaşmalar ve örtüşme zeminleri yaratmakla yükümlüdür. Adalet yürüyüşü, direniş içinde bunu büyük ölçüde öğrendi ve pratiğe taşıdı. Şimdi yapılması gereken, önümüzdeki süreci demokrasi söylem ve pratiği ile örmek yani demokratik ve sosyal bir cumhuriyeti aşağıdan örerek kitlelerin güvenini kazanmak. Yolumuz açık olsun.