Havanın kurşun gibi ağır olduğu OHAL koşullarında, Nazım Hikmet’in dizelerinde ifade ettiği gibi ‘bağır bağır bağırıyor’ insanlar. Edvard Munch’ın tablosunda simgelenen çığlık, ‘adalet çığlığı” olarak kurşun gibi havaya karışıyor. Çığlıklar ve iniltiler, kâh Nuriye ve Semih’in açlığına, kâh cılız oturma eylemlerine, imza kampanyalarına, grevlere, basın açıklamalarına karışıyor. Bir bekleme hali var, ama beklenen de bir türlü gelmiyor. Eugenio Borgna’nın tanımladığı gibi, “kaygıya demir atmış” bir bekleyiş bu! Yaşayan varlık sıkıştırılmış; daha büyüyüp gelişip güçlenebilecekken giderek küçülüyor. Bekleşen Türkiye insanları kendi üzerine eğilmiş adeta, kıvrılmış, hani sanki düşman çevrenin, iktidarın karşıtlıklarına olabildiğince az maruz kalmaya çalışıyor. Korku ikliminin ‘kahramanları’ da birer birer toplanıyor. Bu koşullarda, biri adalet için kurşun eritmeye gittiğini söylüyor ve sadece yürüyor. Bu duygularla adalet yürüyüşünün dokuzuncu gününe “Bu suça ortak olmayacağız” adlı bildiriyi imzaladığımız için hiç bir mahkeme kararı ve sona erdirilmiş bir soruşturma olmaksızın üniversitelerinden atılan ve bu nedenle “herkes için adalet”in izini süren akademisyenler olarak katıldık. İhraç edilerek cezalandırılmıştık ama suçumuzun hukuki dayanağını bilmiyorduk. Bugünün muktedirlerine bağımlı üniversite çarkı tarafından ezilip üniversite duvarlarının dışına atılmıştık. Bu nedenle her güne bu adaletsiz duruma isyan ederek başlıyorduk. CHP ve Kılıçdaoğlu’nun başta dokunulmazlıkların kaldırılması olmak üzere geçmişte almış oldukları siyasal konumlanışlara ilişkin ‘ama’larımızla yola koyulmakla birlikte, doğru bir eylem olarak değerlendirdiğimiz yürüyüşe günübirlik bir destek ve dayanışma için katıldık. Ne var ki sözümüzü büyüttüğümüz bu yürüyüşün akşamında adalet arayışının bir parçası olduk. Eylem içinde, bir kez daha yeni şeyler öğrenmiştik. Sabahın erken saatinin mahmurluğunda otobüsle yola çıkıp “yolda olma” halinin düşünceleri derinleştirdiği anlarda, yürüyüşteki taleplerimiz renkli kartonlara çoktan geçmişti bile. Genç barış akademisyenleri, kendi acılarına başkalarının acılarını da eklemişlerdi bu arada. Yaşadıkları her şeyin birbiri ile ilişkili olduğunu hayat onlara çoktan öğretmişti. Rengârenk kartonlara talepler ve temel dersler dizilmişti: “Adalet istiyoruz” diyorlardı ilk elden. “Nuriye ve Semih için Adalet” sloganını, “Hukuksuz KHK İhraçları için Adalet” izliyordu. “Tutuklu Vekillere Özgürlük” talep ediliyordu bir yandan. Ve ardından alışkanlıkla “derse geçiyorduk”. Birinci ders: “Bilim İtaat Etmez” idi. İkincisi onunla çok yakından ilişkiliydi, “Zalime İtaat Etmiyoruz” . “Hür Doğdum ve Hür Yaşarım” diyordu bir başka ses. Egemen hükmetme siyasetinin karşına dikiliyordu bir başka söz, eşitlik ilkesini anımsatıyor ve “Siyaset adalettir” diyordu. KHK listelerini siyasal iktidarla uyumlu, hatta fazlasıyla istekli biçimde hazırlayan üniversite yönetimlerine dönük bir eleştiriyi içeriyordu bir slogan: “Sarayın ibişi Olmayacağız” ve “Geri döneceğiz” deniliyordu. Barış akademisyenleri olarak yol boyunca gezginlerin arasına dağıldık; gazeteler için değerlendirmeler, internet haber kanalları ile röportajlar yaptık, adaletin peşindeki gezginlerle görüştük. Sokak siyasetinin bir aracı olan “yürüyüş”ün, adalet gibi herkesi buluşturan politik özlemlerin karşılaşma, buluşma ve bakışma yeri olduğunu gözlemledik. Bildirgeyi imzaladığımız için çeşitli tehdit ve saldırılarla karşılaştığımız 10 Ocak 2016’dan beri ilk kez Kemal Kılıçdaroğlu ile yani ana muhalefetin önderi ile yürüyüşte buluştuk bir süre de birlikte yürüdük. Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah bir pantolonla hızlı adımlarla yürüyordu; tempolu yürüyüşünü aksatmadan konuşmasını sürdürüyordu. Jack London’ın “Bana Göre Hayatın Anlamı” adlı kitabında sözünü ettiği iyi düşünceler peşinde olan temiz, ne var ki yürüyen ölülere dönüşmüş insanlara yaptığı eleştiriyi anımsadım. Kızıyordu bu temiz ve asil insanlara çünkü “canlı” değildiler. Birlikte yürüdüğümüz kişi, “yaşayan ve yürüyen” adalet talep eden ‘canlı’ bir liderdi. Umut ve huzur veren, sakin ve dingin bir iletişim tarzı vardı. Adaletin rengi giydiği gömleğin rengi olmalıydı: Beyaz. Beyaz nötr bir renk olmasına karşın aslında bütün renklerin bir bileşimi idi: tüm adaletsizliklere karşı yürüyüşü temsil eden bir renk olması nedeniyle de anlamlı idi. Saflığın ve dürüstlüğün rengi. İslami düşüncede de beyaz dürüstlük ve ahlakı ifade ediyor. Kendi ırkının, cinsiyetinin, mezhebinin, dini inancının, hatta çoluğunun çocuğunun değil, doğrunun ve haklının yanında yer almayı öğütlüyordu beyaz adalet ve Ramazan günlerinde adalete çağırıyordu AKP’nin yoksul, dindar, demokrat tabanını. Ana muhalefetin lideri olan Kemal Kılıçdaroğlu, Enis Berberoğlu’nun gözaltına alınması ve tutuklanmasının ardından “Yürüyeceğim” demiş ve yola koyulmuştu. Genellikle liderler, yola çıkar ve geride kalanlara da “arkamdan gelin” derler. Ya da oturdukları yerden kitleleri çağırırlar. Bu yaygın egemen anlayışa göre, zekâlar eşitsizdir ve öyle ya liderlerin ‘doğal’ olarak herkesten daha zeki olduğu varsayılır. Bu nedenle her ne yapıyorsa bir bildiği vardır. Nitekim 15 Temmuz 2017 gecesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kitleleri sokağa çağırmıştı. Kemal Kılıçdaroğlu bu yolu izlemedi. Kant’ın deyişiyle yurttaşın aklını kullanmasını ve adaletin peşinde olmak gibi bir derdi varsa eğer kendisini izleyebileceği ama bunu kendi iradesi ile yapacağını anımsatıyordu nazikçe. “Sizi çağırmıyorum, tüm çilesiyle ve onuruyla birlikte yanımda olmanız sizin kararınız olacaktır!” diyordu. Bu yaklaşım, filozof Ranciere’nin ifade ettiği “zekâların eşitliği” varsayımını hayata geçirmeye hizmet ediyor. Bu haliyle sokaktaki yurttaşlar, paternatist bir CHP’den de kurtulma olanağına kavuşmuş oluyorlar. Siyasal iletişimin bu tarzı ile sokağın, sıradan insanların aklına ve sezgisine güven açığa çıkıyor. Kuşkusuz yürüyüş, kendine özgü özellikleri ile siyasal iktidarı da bir hayli şaşırtmış görünüyor. Artık yandaş medyanın olmasa bile ana akım medyanın ilk gündem maddelerinden biri şiddetsiz bir eylem biçimi olarak “yürüyüş”. Yürüyüş ise, görece olgun bir politik kültürün gelişmesine olanak sağlıyor. Yürüyüş, şu aşamada bir sivil itaatsizlik değil. Çünkü sivil itaatsizlikler, haksızlıklar karşısında yasal olanakların tükendiği aşamada son bir çare olarak başvurulan kendisine anayasanın demokratik içeriğini ya da toplumsal sözleşmelerde ifadesini bulan ortak adalet anlayışını temel alan şiddeti reddeden yasadışı politik bir eylemdir. Bir yandan yürüyüş, OHAL koşullarında bile olsak, bildik söylem ile kamu düzenini bozmadığı için hem yasal ve hem de meşru bir eylem! Kitlelerin, sırt çantasına acısını ve öfkesini koyduğu ve adalet arayışını siyasallaştırmaya çabaladığı bir yürüyüş bu! Küçük ama hareketli grupların heyecanlı eylem biçimlerini dizginleyip, yürüyüşü ahlaki ve politik olarak sakin biçimde gerekçelendiren bir yürüyüş bu! Başlangıçtaki sözü, daha kapsayıcı ve derin bir içerikle aşma gizilgücünü taşıyan bir eylem bu. İktidarın eylemi engellemesi durumunda sivil itaatsizliklerin önü açılabilir. Siyasal iktidar, yürüyüşü engellemenin siyasal sonuçlarını görüyor ve Ankara’da Kızılay’da başlayan ve meydanlara da taşmış olan yürüyüşe ilk gününden itibaren müdahale etmiyor. Kısa bir süre, Kemal Kılıçdaroğlu ile yürüdük, sorular sordu yaşadıklarımızı anlamak için. Kendimizi kısaca anlattık, yorumlarından sorunumuzu etraflıca bildiğini gördük, sadece üniversiteden ihraç edilmediğimizi, adeta “sivil ölüm”le cezalandırıldığımızı bizzat ifade etti. Nuriye ve Semih’in karşılaştıkları adaletsizlik karşısında rahatsızlığını dile getirdi ve taleplerin karşılanması konusunda Başbakan Binali Yıldırım ile iletişim kurduğunu ifade etti. Sonraki açıklamalarında ve Bayramın birinci gününde bu konuyu gündemleştirdi ve Nuriye ve Semih’e açlık grevini bitirmeleri konusunda çağrıda bulundu. Kaygıya demir atmış bir beklemedeydik. Biri, “bekleme yapmayın!”dedi. Acaba beklediğimiz her ne ise yürüyüş olabilir miydi? Evet, yürüyüş, uzun zamandır özlediğimiz kurşun gibi ağır havayı oksijenle doldurmuştu ve barışı çağrıştırıyordu. Şiddeti reddeden bir eylem olduğu için “düşünme” ve “konuşma” gibi insani edimlerimizi teşvik ediyordu. Aynı gün içinde erken bahar ile geç sonbaharı yaşadık. Kâh güneşin kâh yağmurun altında, adalet gezginleri ile birlikte düşündük ve konuştuk. Konuşulan konu anayasasızlık, hukuksuzluk ve anayasa ve hukuk olmayınca ürkütücü düzeye çıkan keyfiyet idi! Kitlesel bir buluşma için en az gereklilik söylemi, adalet idi. Yürüyüş boyunca bayrak yok, pankart yok, sadece adalet yazılı tişörtler ve dövizler vardı. Bizler de yürüyüşe geçince elimizdeki dövizleri kaldırdık. Çünkü sözümüzü büyütmenin farklı kanallarını hem gün boyunca bulduk hem de yürüyüşün dışındaki olanakları da zaten değerlendirmekteyiz. Eş deyişle, öğrendiğimiz şey, sözü söyleyeceğimiz başka mecraları zaten buluruz, şu anda önemli olan eylemdir ve ölü toprağı serpilmiş coğrafyamızda yürüyüş umut dolu bir harekettir. Yürüyüşte mola yerlerini hazır buluyordu insanlar. Bu hazırlığın çok ciddi bir çaba ve emek gerektirdiği de gözleniyordu. CHP’li vekillerin bir kısmı, “yürüyüşün emekçileri”ne dönüşmüşlerdi. Çadırlar, sandalyeler, yiyecek ve içecekler hep hazır bulunuyordu. Dinlenirken gönüllü müzisyenlerin şarkıları ve halaylar, doğru bir şey yapmanın huzuruna ve tarihe tanıklık etmenin keyfine eşlik ediyordu. 1 Mayıs gibi pek çok kitlesel eylemlerde özlemini çektiğimiz ‘seyyar tuvaletler’ sorunu bile çözülmüştü. Yürüyüşün “adalet” ile başlasa bile kimseyi dışarıda bırakmadan “herkes için adalet”e doğru genişlemesi ve derinleşmesi dileğimizle günü bitirdik. Sokak siyaseti ile adalet arayışı arasındaki bağı yaşayarak gözlemledik. Herkes için adalet arayışımızın politik çerçevesi de çizilmiş oldu: Sosyal, demokratik ve laik bir Cumhuriyet için OHAL ivedilikle kaldırılmalıdır. Yürüyüşün yarattığı hareket ve yükselttiği ses, Nuriye ve Semih’i mutlaka yaşatmalıdır. Başta Enis Berberoğlu, Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş olmak üzere tüm tutuklu milletvekillerinin, haksızlıkları cesaretle yazan gazetecilerin, hiç bir hukuki süreç işletilmeksizin KHK’larla ihraç edilen kamu emekçilerinin, barış istedikleri için ihraç edilen ve ihraç edilmese bile her gün bir KHK ile üniversitelerinden atılma riski ile karşı karşıya olan akademisyenlerin adalet özlemine karşılık verilmelidir. Siyasal iktidar, OHAL’i kaldırarak “sorunlarını konuşarak çözen bir Türkiye” için acil adımlar atmalıdır, AKP’nin demokratik kamuoyu ise partinin görünür politik öznelerini “adalet” arayışına çağırmalıdır. Sınıfsal pozisyonu, etnik kökeni, cinsiyeti, dini, mezhebi, dili ne olursa olsun her bir yurttaşın korkmadan yaşadığı ve onur duygusu ile katkıda bulunduğu bir ülke inşa edebilmek için en az gereklilik “hukuk ve adalettir”. Artık demokratik bir yurttaş olgunluğunu politik olarak göstermenin de tam zamanıdır!