Türkiye’yi önümüzdeki 1 yılda zorlu bir süreç bekliyor ve bu dönemin sonunda bir iktidar değişimi artık görünüyor. Bunun için bir yandan iktidarın baskısına karşı direnmek, diğer taraftan onun yerine gerçekçi bir alternatif kurmak gerekiyor. Ezberden sürekli yinelediğimiz ‘Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi’ ile başlayan cümleleri geride bırakarak günün koşullarına ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre AB ile ortak yeni hedefler belirlememiz şart. İlk olarak yeni nesli AB üyeliğine inandırmanın zor olduğunu belirtmeliyim. Benim çocukluğumdaki hikâye, 1995’te imzalanan gümrük birliği ile üyeliğe çok az kaldığı iddiasıydı. 2005’te AB ile üyelik müzakereleri başlandığında ‘bu iş tamam’ denmişti. Ardından 2015’te AB ile mülteci krizi yaşanınca ‘hala mümkün’ deniliyordu. Özetle onar yıllık dönemlerde sürekli üyelik vaat edildi; gerçekleşmeyince tam üyeliğin inandırıcılığı tükendi. Üstelik adaylık sürecinde ve üyelik döneminde bir zamanlar Yunanistan’a kullandırılan büyük hibeleri AB vaat etmiyor. Yine AB üyesi olmak; temel hak ve hürriyetlerin garantisi olmuyor, Macaristan’da Orban rejiminde yaşandığı gibi belirgin sapmalar mümkün hale geliyor. Uzun sözün kısası ‘Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi’ ile başlayan cümleler vatandaşlara eskisi gibi cazip gelmediği gibi Türkiye’nin mevcut haliyle olası bir üyeliğe kimse inanmıyor. ÜYELİK HEP HAYALDİ Geçtiğimiz hafta Twitter hesabımda, Türkiye’nin iktisadi nedenlerle AB’ye hiçbir zaman üye olamayacağını ve bunun da 2007’den beri aşikâr olduğunu yazmıştım. Bu konu öyle ilgi gördü ki konunun iktisadi boyutunun toplum nezdinde hep atlandığını ortaya koydu. Çünkü tam da o yıllarda toplumun önemli bir kesimi AB üyeliğine çok yaklaşıldığını düşünüyordu. Bu nedenle öncelikle AB’nin kuruluş süreci ve Türkiye ile ilişkileri hakkında genel bilgiler vermek gerek. 2. Dünya Savaşı’nın ardından benzeri görülmemiş bir yıkım yaşayan Avrupa, barışı sağlamak için, 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’ni kurdu. Ardından iktisadi birlik hedeflendi ve 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruldu. AET’nin özelliği üye ülkelerde yalnızca mal ve hizmet değil, aynı zamanda emek ve sermaye dolaşımının da serbestleştirilmesiydi. Bu şekilde kurulan birliklere ‘ortak pazar’ deniyor ve zaman içerisinde kültürel farklılıklar haricinde mevzuatların da uyumlu hale getirilmesi ve toplumların da alıştırılmasıyla ‘tek pazar’ oluşturulması amaçlanıyor. 1957’de başlayan bu süreç 1992’de tamamlandı ve ardından AET siyasi birlik kısmı güçlendirilerek Avrupa Birliği haline dönüştürüldü. Türkiye; AET ile 1963’te Ankara Antlaşması’nı imzalayarak ortaklık yoluna girdi. Birçok sanayi malında aşamalı olarak gümrük vergileri azaltılacak, zamanla gümrükler sıfırlanacak, mevzuat uyumu sağlanacak ve ardından gümrük birliğine üye olunacaktı. Gümrük birliğinin yalnızca bir serbest ticaret anlaşması olmadığını, buna ek olarak üçüncü ülkelere karşı aynı gümrük kurallarını uygulama gibi bağlayıcı kapsamı olduğuna dikkat edilmeli. Bununla birlikte hem Türkiye hem de AET farklı nedenlerle hızlı bir ortak pazar oluşturma isteğinde değildi. Türkiye henüz ağır sanayisini oturtamamıştı; İzmir ve İzmit rafinerileri, Erdemir ve İsdemir gibi demir-çelik tesisleri ve Petkim gibi tesisler 1960 ve 1970’lerde yeni yeni yapılıyordu. Üstelik genç nüfusa rağmen eğitim düzeyi düşüktü ve kadınların iş gücüne katılımı sınırlıydı. Gümrük duvarları bir anda indirilirse, Avrupa’da benzer ürünleri daha verimli üreten ülkeler Türkiye pazarını kapatacak ve kalkınma imkânsız hale gelecekti. 1946’da başlayan ekonomide kısmen dışa açılma olumsuz sonuç vermişti. 1946 ve 1958’de yapılan büyük devalüasyonlara rağmen istisnasız her yıl cari açık verilmişti ki bu durum 1930’lardaki Atatürk dönemiyle tam bir tezattı. 1740’tan itibaren kontrolden çıkan kapitülasyonlar, Osmanlı Devleti’nin çöküşünde önemli bir rol oynamıştı, bir benzerinden endişe ediliyordu. Bu nedenle ‘onlar ortak biz pazar olacağız’ söylemiyle süreç yavaşlatıldı. ÜYELİK NEDEN OLMADI? AET tarafının itirazı ise Türkiye’deki zirai üretimin zamanla Avrupa’daki çiftçileri tehdit edebilecek olmasıydı. Çünkü Türkiye’nin nüfusu genç, iklimi sıcak ve arazisi genişti; sulama ve makineli tarım olanakları artırılırsa tarımda büyük bir sıçrama yapabilirdi. Karşılıklı bu nedenlerden ötürü ortak pazar hedefi sürece yayıldı. Ankara Antlaşması’yla Türkiye'nin güçlü olduğu tekstil, tarım ve tarımsal sanayi (salça ve zeytinyağı gibi) alanlar hariç gümrük vergileri sıfırlandı ve AET ile Türkiye zamanla neredeyse her alanda serbest ticaret yapar hale geldi. Türkiye bu dönemde Avrupa'ya geçici çalışmak üzere işçi de gönderdi. 1980’ler AET ile ilişkilerde belirleyici bir dönem oldu. 12 Eylül darbesi ile Türkiye demokratik değerlerden uzaklaştı. Yakın dönemde darbeler ve diktatörler dönemlerini yaşamış ülkeler olan Yunanistan 1981’de, Portekiz ve İspanya ise 1986’da birliğe üye oldular. Bu esnada Türkiye sanayi atılımını yapamadı; en rekabetçi olduğu alanlar tarım ve tekstil olarak kaldı. Fakat AET bu sektörlerde ihtiyacını bu üç ülkeden karşılamıştı, haliyle Türkiye’nin cazibesi azaldı. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı, 1990’da Doğu ve Batı Almanya birleşti ve 1991’de SSCB yıkıldı. Soğuk savaş sona erdi ve Doğu Almanya’dan Batı’ya göç başladı. Bir zamanlar Yugoslavya ve Türkiye’den işçi talep eden Almanya’da işsizlik %10’a dayandı. Neticesinde Türkler istenmez oldu ve onları gönderebilmek için de ırkçılık olayları başladı. Derken 1995’te gümrük birliği anlaşması imzalandı; böylece tekstil ürünlerinde de Türkiye gümrük ve kotalardan kurtulmuştu. Anlaşmaya tarım ve tarıma dayalı sanayi (salça ve zeytinyağı gibi) eklenmedi. Türkiye, sınai malları Avrupa’ya satabilecek, ucuz işçilik ve kıtaya yakınlıktan faydalanacaktı. Fakat kendi gümrüklerinin kontrolünü büyük ölçüde yitirmişti, AB’nin 3. ülkelerle imzaladığı (Vietnam ve Mısır gibi) ve Türkiye ile benzer rekabet gücü olan ülkelere karşı savunmasız kalındı. Türkiye bu durumu dert etmedi, birkaç yıl sonra AB üyesi olunacağına inanılıyordu. Benzer durumdaki diğer iki ülke ise San Marino ve Andorra idi. Ancak süreç böyle ilerlemedi; terör, faili meçhuller, Madımak, Gazi Mahallesi, 5 Nisan Kararları, 28 Şubat, Susurluk, Marmara Depremi, Kasım 2000 ve Şubat 2001 gibi çok sayıda badire yaşandı. Yapılan ekonomik reformlar ve demokratikleşme paketleri ile 1999’da resmi üyelik statüsü verilince AB heyecanı yeniden canlandı, 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı, fakat beklenen ilerleme bir türlü sağlanamadı. Bu esnada birçoğu Doğu blokundan ayrılmış 10 ülke 2005’te AB’ye üye oldu. 2007’de ise Romanya ve Bulgaristan birliğe dahil oldular. Böylece Avrupa’nın Türkiye’den alabileceği, daha teknik bir ifadeyle Türkiye’nin AB ekonomisini tamamlayabileceği, taraf kalmadı. Çünkü AB ekonomisi dinamizmini yitirmişti, benzer kaynakları yeni üyeler sağlayabiliyordu ve gümrük birliği anlaşmasıyla Türkiye’nin ucuz iş gücünden AB üyeliği olmaksızın zaten faydalanabiliyordu. 2007 itibarıyla, iktisadi tamamlayıcılığın bütünüyle sona ermesiyle, AB üyeliği ihtimali ortadan kalktı. AKP’nin otoriterleşmesi ve Türkiye’nin sınırlarının istikrarsızlaşması cabası oldu. Ta ki 2015’te mülteci krizi çıkana, Avrupa’ya giden sığınmacıların AB’nin geleceğini tehdit ettiği günlere kadar bir hareketlilik yaşanmadı. AB’nin kendi içerisinde yaşadığı çatışmalar öyle sertti ki Avrupa borç krizinden yıpranarak çıkan birliğin tümden dağılması bir uç senaryo olarak konuşulabiliyordu. Bu noktada vize serbestisi taahhüdü ve maddi yardım karşılığı; sığınmacıların iadesi ve Türkiye’de tutulmalarında anlaşıldı. Türkiye’ye olan göç artsa ve sınır güvenliği güçlendirilse de ne AB üyeliğine ne de en azından vize serbestisinde gelişme yaşandı. NE YAPMALI? Buraya kadar olan kısmı özetleyelim. 1980’lerde ve 2000’lerde birliğe katılan ülkelerden ötürü, Türkiye’nin iktisadi tamamlayıcılığı kayboldu ve mevcut gümrük birliği anlaşmasıyla AB istediğini fazlasıyla aldı; böylece AB üyeliği imkânsız hale geldi. Türkiye’nin iktisadi ve siyasi istikrarı ile sınırlarının kontrolden çıkmasıyla vatandaşlar bu gerçeği çok gecikmeli fark etti. Peki, ne yapmalı? Artık mümkün olmayan tam üyelik vaatlerinde bulunmamak ve bunun yerine gerçekçi işbirliği peşinde koşmak gerekiyor. Gümrük birliği Türkiye ile AB sanayisini adil olmayan bir şekilde olsa da birbirine bağladı. Haliyle gümrük birliğinden çıkmak bir alternatif değil ama bu tip bir gümrük birliğinin parçası olmak kötü bir tercih. Bu noktada gümrük birliği kapsamının Türkiye lehine geliştirilmesi tartışılmalı. Tarım sektöründeki AB korumacılığına karşı pazarlık yapılmalı. Sığınmacılar konusu en baştan ele alınmalı. AB ile uygulanan öğrenci değişimi gibi programlar canlandırılmalı. Serbest dolaşım hiç mümkün değil, yalnız vize serbestisi, hiç olmadı vize kolaylığı için görüşmeler yapılmalı. Türkiye’nin yüksek teknolojiye erişimini hızlandıracak uzay ve haberleşme alanlarında Avrupa ile ortaklık aranmalı. Kısacası kimsenin inanmadığı AB üyeliğinde ısrar etmek ve bu şekilde ulusal itibarı yıpratmak yerine gerçekçi hedefler konup adil ortaklık yolları aranmalı; ilişkiler güvenlik, kültür ve ekonomi ana başlıkları altında yeniden kurulmalı. AB’nin demokrasi çıpası işlevi sağlayamadığına dair 20 yıllık deneyim sonucunda; kalkınma ve özgürlükler AB için değil, tam da vatandaşların ihtiyacı olduğu için; dışarıdan değil içeriden ilhamlarla arzulanmalı.