Anlaşılan o ki bir modernleşme hareketi olan İslamcılık kökenlerinden uzaklaştıkça muhafazakârlaşıyor, muhafazakârlaştıkça da aşırı sağ partilerin verdiği reaksiyonları veriyor. Buradan hareketle muhafazakârlaşan İslamcılığın asıl sorununun güçle ilişkisinde yattığı söylenebilir. Mısır’da Müslüman Kardeşler 25 Ocak 2011 devriminden sonra karşılarına çıkan siyasi fırsatları hızla değerlendirerek iktidara yükseldi. Devrimle birlikte Mısır’da Nasır döneminden beri süren askeri vesayetin zayıflaması ve Mübarek dönemindeki neo-liberal otoriter yapının çöküşü, Müslüman Kardeşler’in karşısına çok önemli siyasi fırsatlar çıkarmıştı. Müslüman Kardeşler, hem Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak Mısır tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanı çıkarmış oldu hem de parlamentodaki çoğunluğu müttefik olduğu diğer siyasi partilerle birlikte elde etti. Bu aslında Mısır toplumunu ve Müslüman Kardeşler’i tanıyanlar açısından şaşırtıcı değildi. Zira Müslüman Kardeşler sadece dini ya da siyasi bir hareket olmayıp sahip olduğu sosyal, insani ve kültürel kurumlarla toplumun kılcal damarlarına nüfuz etmiş köklü bir hareketti. Görünürde her zaman illegal olan İhvan, genelde devletle ilişkilerinde dalgalanmalar yaşasa da Nasır dönemi hariç her zaman devletle ve liderlerle doğrudan ilişkisi olmuş, ülke politikalarında hesaba katılan bir unsur olmuştu. Resmi olarak tanınmamasına rağmen parlamentoda farklı isimler altında temsil ediliyor ve devlet adamları ve liderler önemli günlerde hareketin liderlerine tebrik gönderiyordu. 2011, 25 Ocak devrimine gelindiğinde ülkedeki örgütlü yapılar olarak Müslüman Kardeşler, ordu ve Hüsnü Mübarek’in Ulusal Demokrat Partisi kalmıştı. Mısır toplumsal yapısının en sorunlu yanlarından biri de yeterince örgütlenememesi ve halk nezdinde muteber köklü siyasi partilerin bulunmamasıydı. Sosyal medya üzerinden örgütlenmiş olmaları nedeniyle kolaylıkla bertaraf edilebilecek seküler devrimci grupların dağınık bir yapı arz etmesi nedeniyle devrimden sonra gemiye kaptanlık edecek yapının bu üç seçenek dışına çıkma şansı yoktu. Zaten silahlı kuvvetlerin alttan alta izlediği politikalar nedeniyle devrimci gruplar içerisindeki ilk bölünme Müslüman Kardeşler’le diğer seküler gruplar arasında yaşanmıştı. Ülkenin en güçlü kurumu olan ve devasa ekonomik imkânlara sahip olan ordunun baş etmesi gereken bir güç olarak geriye sadece Müslüman Kardeşler kalıyordu. Mursi’nin iktidara gelmesiyle Müslüman Kardeşler’in yani yönetim kapasitesinin boyutları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Cumhurbaşkanlığının ilk günlerinde, Yüksek Askeri Konsey’in konumunu siyasete müdahale etmesini engelleyecek ve siyaseti sivilleştirecek doğru kararlar alan Mursi’nin daha sonraki süreçlerde aynı basireti gösteremediğini ve üst üste aldığı yanlış kararlarla elde ettiği bütün kazanımları tersine çevirdiğini gördük. Bu da aslında Mısır’da İslamcıların yönetme kabiliyetini henüz kazanmadıklarını gösteriyordu. Hangi ideolojiden olursa olsun insanlar, yeterli vizyona sahip oldukları takdirde bir ülkeyi gayet güzel yönetebilirler. Burada can alıcı nokta, yönetici ekibin İslamcı, Kemalist, laik ya da anti-laik olması değil, önyargılı ve takıntılardan uzak, çözüm odaklı düşünen, özgürlüklerin ve hukuk devletinin kıymetini bilen, çağını anlayabilmiş, sosyal bilimlerin ve felsefenin bakış açısını ihmal etmeyen, çağın ruhunu yakalayabilmiş, kültürel, etnik ve dini farklılıkları bir imkân olarak gören bir anlayışa sahip olmasıdır. Osmanlının son döneminde Cemaleddin Afgani ve Muhammet Abduh ya da Sait Halim Paşa ve Mehmet Akif gibi İslamcıların önemli isimlerinin kendi çağlarında önemli çözümlemeler yapmışken günümüz İslamcılarının ise giderek muhafazakârlaştığını ve ciddi bir yönetim acizliği içerisinde olduklarını görüyoruz. Yönetme kabiliyetinin bulunmaması biraz tecrübe eksikliğiyle ama daha çok demokrasiyi anlayamamak, siyaseti bir müzakere sanatı olarak değil bir savaş olarak görme güdüsünden kaynaklanıyor. Güç mücadelesine indirgenen siyaset ise tıpkı aşırı ısıya maruz kaldığında bütün vitaminlerini kaybeden gıda gibi yararlı yönlerini yok ediyor. Zira Türkiye’de AKP ve Refah/Fazilet örnekleri, yerel yönetimlerde deneyim kazanan yapıların bu kez merkezi yönetime sıçrayabilmelerini sağlayacak bir tecrübe olmuş, seçmenler açısından en azından yönetime katılabileceklerini göstermeleri bakımında önemli olmuştur. Ancak benzeri bir süreci Müslüman kardeşler yaşamadı. İkincisi bu deneyimi ve Mısır’da farklı grupların özellikle de kültürel ve siyasi eliti küçük gördüler. Mevcut krizlerle baş etmek ve yönetimde karşılaştıkları sorununu çözme noktasında arkalarında olduklarını düşündükleri halk desteğinin yeterli olduğunu düşündüler. Rabia katliamından hemen önce yapılan röportajlar, sadece elitleri değil ordunun kendilerinin arkalarında olduğunu düşündüklerini ve diğer yapıları küçümsediklerini gösteriyor. Ancak tüm bunların kökenini oluşturan bir başka ana neden de az önce dile getirdiğimiz demokrasiye bakıştaki tutarsızlıkla ilgili. Müslüman Kardeşler, Türkiye’de AKP’nin demokrasiye bakışına kısmen benzer şekilde demokrasiyi ve adil yönetimi seçim sandığına indirgiyordu. Güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk prensibi, azınlık hakları alanı gibi alanlarda yaşanan ihlaller, kendisine oy vermeyenlerin de hakları olduğu, hukukun prensipleri, yargı bağımsızlığı vs. gibi gerçekleri unutulmuş görünüyordu. Dolayısıyla başkalarını küçük görme, milli iradeyi sadece kendisinin temsil ettiğini sanma hastalığı aslında temelde kendisini iktidara taşıdığı halde yeterince anlayamadığı, künhüne vakıf olamadığı demokrasi anlayışından kaynaklanıyordu.
Müslüman Kardeşler’in başkalarını küçük görme, milli iradeyi sadece kendisinin temsil ettiğini sanma hastalığı aslında temelde kendisini iktidara taşıdığı halde yeterince anlayamadığı, künhüne vakıf olamadığı demokrasi anlayışından kaynaklanıyordu.
Arka planı oldukça netameli olan İslamcılardaki bu anlayış kısmen İslamcıların toplumla ilişkilerinde kendisinde vehmettiği güçten kaynaklanıyor. Halkla sağlıklı tek iletişim ve bağ kurabilecek yapının kendileri olduğunu düşünüyorlar. Halkla ilişkiler önemlidir ama anayasayı yazan, kanunları yapan, ülkenin ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel konularında belirleyici konumda olan elitlerle ilişkiler de önemlidir. Hadi diyelim ki elitleri tasfiye etmek ve yeni bir elit yaratmak istiyorsunuz ki bu sizleri iktidara taşıyan ve yönetme hakkı veren demokratik prosedürlere uygun yapıldığı taktirde mümkündür de. Ancak dini ve etnik azınlıkların haklarının yok sayılabileceğini, gerektiğinde anayasayı askıya alabileceğinizi ya da Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımayacağınızı ifade etmeniz bu zihniyeti ele veren yaklaşımlardır. Bu aynı zamanda milli iradeye saygı falan duyulmadığını, amacın sadece gücü ele geçirmek ve rakipleri tasfiye etmek olduğunu düşündürtür. Öte yandan tıpkı Türkiye’deki gibi Mısır’daki yargı da yaşananlardan sorumlu ve sorunluydu. 2011 Devrimi sırasında yaşanan ihlallerden hesap sormaya yanaşmıyor, eski rejimin yolsuzlukçu adamlarını kayırıyor ve onlara ceza vermemek için hukukun temel ilkelerini eğip büküyordu. Müslüman Kardeşler, önce tarafsız ve bağımsız bir yargı erkinden devleti yeniden inşaya başlamak yerine orduya kendini şirin göstermeye çalıştı, güç odaklarıyla iyi ilişkiler kurmak istedi. Halbuki devrimi yapan milliyetçi, liberal, Marksist diğer bütün seküler gruplarla ortak hareket etse ve askerle iş tutmaya kalkmasaydı, durum farklı olacak, ülkede farklı eğilimlerin iktidarı birbiriyle paylaştığı demokratik bir ortam için gerekli koşullar oluşmaya başlayacaktı belki. Müslüman Kardeşler’in Türkiye versiyonu AKP ise 20 yıldır iktidarda ve parti yetkililerinden bazıları hükümet yetkilileri “seçimleri kazansanız da devleti size teslim etmezler” bile diyebildiler. Hatta Anayasayı daha önce defalarca ihlal ettiği için gayet sıradanlaşan bir tutumla Cumhurbaşkanı Erdoğan, oy oranlarının ciddi bir düşüş yaşadığı 2015 seçimlerinde hükümet kurma görevini Davutoğlu’ndan sonra muhalefet partilerine vermedi. Anlaşılan o ki bir modernleşme hareketi olan İslamcılık kökenlerinden uzaklaştıkça muhafazakârlaşıyor, muhafazakârlaştıkça da aşırı sağ partilerin verdiği reaksiyonları veriyor. Buradan hareketle muhafazakârlaşan İslamcılığın asıl sorununun güçle ilişkisinde yattığı söylenebilir. Kim bilir belki de esas odaklanılması gereken nokta budur?