Türkiye sağının ideolojik-tarihsel kodlarına baktığımızda bu kodların halk kültürüyle değil devlet merkezli bir bakışla doğrudan bağlantılı olduğu görülür. Türk sağı devlet karşıtı değil, eski devlet ile yeni devlet ideolojisinin arasında salınıp duran, bazen çatışan genellikle de uzlaşan, bir "kimlik bunalımı"nın temsilcisidir daha çok. Yani şu "merkez-çevre" ya da "devlet-sivil toplum" karşıtlığı temelinde Türk sağını çevre ya da sivilliğin temsilcisi, dolayısıyla demokratik bir güç olarak ele alan yaklaşımların gerçekle bir ilgisi yoktur. Hatta gerçekliğin tepe takla edilmiş bir halidir diyebiliriz.

Türk sağı bilahare emperyal bir vizyonun temsilcisidir. "Yedi düvele hükmeden", "dünyayı dize getiren" militarist emperyal düşler, Türk sağının en belirleyici öğelerinden biridir. Tanzimat'la başlayan, Jöntürk-İttihat Terakki- Kemalizm ve Cumhuriyetle süregiden modernleşme/batılılaşma sürecine ilişkin Türk sağının temel eleştirisi, yüzeyde görünenin aksine hiç de yukarıdan dayatılan kültürel değişimle ilgili değildir. Osmanlı da dahil Türk tarihi yukarıdan ve çok köklü kültürel değişimlerin tarihidir. Çevre/sivil toplum parantezi içine alınmaya çalışan sağ, gerçekten böyle bir özelliğe haiz olsaydı, Selçuklu ve Osmanlı tarihine de bu açıdan eleştirel yaklaşmak durumundaydı. Oysa emperyal Osmanlı Türk sağının "kaybedilmiş cenneti" oldu her zaman. Dolayısıyla Türk sağının modernleşme/batılılaşma sürecine ilişkin temel sorunu kültürel olmaktan ziyade -tarihsel gerçeklere uyuşmayan bir yüzeysellikle-  bu süreci imparatorluğun dağılış ve çöküşünün temel sebebi saymasıyla bağlantılıdır.

Türk sağının "millilik" söylemi  hiç bir zaman anti emperyalist ve bağımsızlıkçı karakter taşımamıştır. Bir tür yabancı düşmanlığının ama daha çok da bir "iç düşman" fobisinin ifadesidir. Türk sağı kendisini en başta ve öncelikle Ermeni, Rum/Yunan ve Yahudi düşmanlığı üzerinden tahkim etmektedir. Bu iç düşman fobisinin dinsel ve tarihsel bazı kaynakları da olmakla birlikte, temel nedenin otoriter bir devlet anlayışını yerleştirmek ve toplumun bu otoriterliğe biat etmesini sağlamak olduğu kesindir.

Türkiye'nin doğrudan bir sömürgeleşme süreci, dolayısıyla bir anti sömürgeci mücadele deneyimi yaşamamış olması, Kurtuluş Savaşı'nın halkın bağımsız örgütlenmelerine dayanmak yerine - olanlar da dağıtılmıştır- düzenli ordu temelinde gerçekleştirilmiş olması, Türkiye toplumunun anti emperyalist ve anti monarşist deneyim ve bilincinin zayıf kalmasına, bu da Türk sağının kendine kolay ve önemli bir etki alanı yaratmasına kaynaklık etmiştir.

Türkiye "solu"nda hem anti monarşist hem de anti emperyalist bilinç görece gelişmiştir ama Türk sağı tüm tarihi boyunca ABD, İngiltere vb. emperyalist güçler karşısında son derece hayırhah bir yaklaşım içindeyken, bu toprakların yerli halklarından ve kültürel yapı taşlarından olan Ermeni, Yahudi, Rum/Yunan vb. azınlıklara karşı  hastalık derecisinde bir düşmanlık duygusuna sahiptir.

Paranoya derecesindeki "iç düşman" tahayyülü ile kendini tanımlayan Türk sağı açısından, bu iç düşmanlar yalnızca  bu coğrafyanın kadim gayri Müslim halklarıyla da sınırlı değildir. Örneğin Aleviler de böyledir. Örneğin Kürtler de böyledir. Her ne kadar biri Türklük diğeri de Müslümanlık üzerinden sisteme bağlanmaya çalışsa da, hiç bir zaman güvenilir olmamışlar, potansiyel bir tehdit olarak algılanmışlardır. Ortalama bir Türk sağcısının zihin haritası da böyle şekillenmiştir.

Sağın en güçlü olduğu bölgelere/illere baktığımızda, bu bölgelerin  ortak özeliğinin azınlık toplulukların ya da Alevilerin azınlıkta -ama tehdit olabilir bir çoğunlukta- yaşadığı bölgeler olduğu görülebilir.

Sağın gücünü belirleyen en temel tarihsel faktörlerden biri de, bu kesimlerin ekonomik kazanımlarını toprak reformu, kooperatifleşme gibi demokratik ve dayanışmacı yöntemlerle değil, ya devlet arazilerinin kullanımı ve zamanla mülk edinilmesi ya da göç etmek durumunda kalan gayri Müslimlerin artlarında kalan mal varlıklarına fiili el konulması gibi "talan kültürü"nün devamı yöntemlerle, ya da DP zamanında ülkeye akan ABD sermayesiyle beslenen tarımsal makineleşmeyle sağlamış olmasıdır. Tüm bunlar Türk sağının devlet merkezli, "iç düşman" fobili  ve/fakat  anti emperyalizm duyarlılığı zayıf bir toplumsal taban yaratma amaçlarını kolaylaştırmıştır.

Bu unsurlara Osmanlı da gelişen burjuvazinin ve proletaryanın ana omurgasının -ki gayri Müslimlerden oluşmaktaydı- göçe zorlanmasının yarattığı demokratik kültürel birikim ve deneyim kaybını da eklemek gerekir belki...

Türkiye'deki sınıfsal ve siyasal şekillenişin özgün kodlarını/ideolojik yapılanmanın özgün tarihsel örgülerini ortaya koymaya çalışan bu tür bir yazı yazdığımızda, genellikle şu meşhur "biz bize benzeriz" ve/ya "bizden bir halt olmaz" yargılarını destekleyen sonuçlar çıkarmaya meyyal kesimler bu yazılarımızın kendilerini desteklediği sonucunu çıkarmaktadırlar.

Tam aksine...

Bu yazının içi içe geçmiş bir kaç amacı var. İlki, Türk sağını "çevre/sivil toplum" temsilcisi demokratik bir akım olarak değerlendirme çabalarının temelsizliğini ortaya koymak. Bu yaklaşımının İdris Küçükömer kaynaklı "Türkiye de sağ soldur sol da sağdır" gibi en absürt versiyonlarının bile ne kadar ilgiye mazhar olduğu hatırlanacak olursa, niye böyle bir çabaya yöneldiğimiz daha iyi anlaşılır.

İkincisi, Türk sağının yine yaygın alarak iddia edildiği gibi halkın kültürünü değil, devlet kültürünü temsil ettiğini, sağın temel özelliğinin emperyal/yayılmacı hevesler ve "iç düşman" fobisi olduğunu vurgulamaya çalıştık. Dini değerler ise devlet merkezli bu emperyal bakışa uyarlanmış, lümpen bir şiddet kültürüne ve vicdansızlığa alet edilmiştir.

Üçüncüsü, solun genel ve evrensel doğrularını Türk sağının bu tarihsel/ideolojik örgülerini göz önüne almak temelinde ayrıntılandırılması ve yeniden üretmesi ihtiyacına dikkat çekmek istedik.

Türkiye'de sol söylemin az çok siyasette etkisini hissettirdiği 1965-80 arası dönemde ortaya çıkan tablo Türk sağının toplumla kurduğu bu ideolojik/siyasal ilişkinin çok kırılgan olduğunu göstermiştir. Bu  tarihsel aralıkta yaşanan deneyimler bize, eski ve yeni devletin değerlerinin karşısına, bu coğrafyadaki halkın dayanışmacı/eşiklikçi/seküler inanç temelli  öz değerleriyle beslenen sınıf merkezli bir sol müdahale ile çıkılması koşullarında, sağın sarsılmaz sanılan ideolojik ve siyasal hegemonyasını kırmanın fazlasıyla olası olduğunu göstermektedir.

Ve son olarak  meselenin "sağın sol" "solun sağ" olması değil, bütünsel/süreğen bir sol anlayışın mevcut olmaması olduğunun altını çizmeye çalıştık. Geçmiş tarihte sol adına sınıfsallıktan azade, modernlik/geleneksellik eksenli kültür politikaların öne çıkarılmasının, hem toplumsal kutuplaşmayı katılaştırdığı ve hem de sağın güçlenmesine hizmet ettiği vurgusu yaptık.

Sol açısından bu zaafın telafisi, modernleşme eksenli kültür politikalarının yanına geleneksel eksenli bir söylemi de yamamak, yani daha fazla sağa kaymak değildir. Bilakis genel ve evrensel sol değerleri bu toprakların eşitlikçi, dayanışmacı, yoksuldan-mazlumdan yana , etnik ve dinsel anlamda ayrımcı olmayan, kelimenin gerçek anlamında "yerli" halk değerleriyle harmanlayarak toplumun karşısına çıkabilmektir.