Bir toplum olarak haleti ruhiyemiz pek sağlıklı değil... Güncel haleti ruhiye berbat ama ben bu yazıda tarihsel/toplumsal haleti ruhiyemizden dem vuracağım. Tarihsel/toplumsal haleti ruhiye bozukluğumuzun ana sebebi, eski devlet/rejim ile yeni devlet/rejim arasındaki kavganın bir türlü nihayete ermemesiyle ve ayrıca eski devletin küçülme/çöküş döneminin paranoik anılarının başatlığını hala sürdürüyor oluşuyla ilgilidir... Bizim cumhuriyetçi devrim sürecimizin toplumsal/sınıfsal temelleri hayli zayıftı. Bu nedenle bir devrimin halk katmanlarında yaratması beklenen "birey-yurttaş", "eleştirel bakış", "özgüven" gibi kazanımları da hayli silik oldu. Özellikle de taşrada… Eski rejim mantalitesi gerek devlet içinde gerekse toplum içinde kimi zaman azalarak ama hep önemli bir düzeyde yaşayageldi. Yeni Rejim’in içinde sentezlenerek eritilemeyen, bilakis Yeni Rejim’e bir tehdit olarak varlığını koruyan Eski Rejim kafası toplumsal alanda bugünlerde doruğa ulaşan çatışmalı/hastalıklı bir haleti ruhiyenin şekillenmesine yol açtı. Taşranın toplumsal hafızasını yeni rejimin söylemleri değil eski rejimin hayaleti, cumhuriyetçi devrimin kazanımları değil "yedi cihana hükmeden" bir imparatorluktan Anadolu'ya "sıkışma" sürecinin travmatik etkileri şekillendirdi. İmparatorluk/misak-ı milli, batılılık/doğululuk, cemaat-din/ulus-laiklik, monarşi/ cumhuriyet ikilikleri çatışmalı varlıklarını sürdüregeldiler. Hem çatışmaya hem de birlikte varolmaya devam ettiler. Barışmadılar ama kopuşmayı da göze alamadılar. Ta ki AKP'li yıllara kadar... Eski rejimle yaşanan eksik hesaplaşma, doğulu olmakla batılı olmak arasına sıkışmış ama ne ikisinden biri ne de ikisinin sentezi olabilen, parçalı bir kimlik yapısının ortaya çıkması sonucunu doğurdu. "Biz doğulu değiliz batılıyız", "Batı medeniyeti nere biz nere?" ya da " Batı da kim oluyor? Biz batından üstünüz" gibi bir uçtan diğerine savrulan bir "kendilik" algısı... Dahası "yedi cihana hükmeden" bir imparatorluktan "misak-ı milli" sınırlarına çekiliş, özgüvensiz, içi boş ve hızla tam tersine dönüşebilen bir böbürlenme ruh halini bizlere miras bıraktı. Birkaç önemsiz başarısının ardından yeniden uyanan dünyaya hükmetme egosu ve ardından gelen birkaç başarısızlıkta "bizden bir halt olmaz" a hızlı ve keskin bir dönüş... Normali ve rasyonalitesi çok zayıf bir toplumsal psikoloji... Ortası yok... Nesnel analiz yok... Altyapı yok...Programlı ve orta vadeli bakış yok... Gaz var... Kahraman var... Hain var... Burjuva ve proletarya mekanı olan kent, gelişme ve büyümenin niteliksel olarak ele alındığı bir mekandır. Sanayi, bilim, üretim, kaliteli sağlık ve eğitim hizmeti, eğitimli nüfus, kaliteli işgücü, refah, özgürlük, teknoloji vb. kentsel dünyanın büyüme ve gelişme kavramının içeriğini dolduran temel unsurlardır. Köylülük ve esnafın hakim olduğu taşranın büyüme ve gelişme algısı ise nicelikseldir. Köylü toprağı büyürse geliştiğini toprağını küçülttüyse kaybettiğini düşünür. Bir karış toprak bile bu açıdan çok önemlidir. Bu nedenle kardeş kardeşi öldürür. Bir tek çakıl taşı dahi kaybetmek istemez. Bir tek yeni çakıl taşını elde etmek için ortalığı kan gölüne çevirebilir. Verimlilik algısı gelişmemiştir. Esnaf içinse gelişme yeni ve büyük bir dükkana taşınmaktan ibarettir. Taşranın makro planındaki büyüme ve gelişme ufkunun azamisi “emperyal”liktir. Yani ordu aracılığıyla yeni topraklar fethetmek... Kentin kapitalist sistem içindeki gelişme/büyüme ufku ise emperyalisttir; yani sermaye ve teknoloji ihraç etmek... Toprağın ve zanaatın egemen sosyo ekonomik ve kültürel yapıyı belirlediği taşranın kendi öz dinamikleriyle kapitalizm ve ulus devletten öte bir ufka sahip olması imkansızdır. Hep dışsal ve yabancı kalan gelişmeler karşısında duyduğu geçmişe özlem ise başat bir ruh halidir. Bilimin, sanatın ve üretici/yaratıcı emeğin merkezi olan kentler ise kural olarak geleceğe bakar, daha özgür ve müreffeh bir gelecek hayali başat ruh halidir. Bu nedenle de kapitalizmi ve ulus devleti aşan bir ufkun embriyonlarını içinde taşır. Cumhuriyet bir yurttaşlar topluluğu rejimidir. Yurttaşlar topluluğu olmanın nesnel mekânsal ortamı kentler, sınıfsal zemini de burjuvalaşma/proleterleşme sürecidir. Burjuva cumhuriyetçi devrim ekonomik ve siyasal anlamda olduğu kadar kültürel anlamda da kentin kıra önderlik etmesi ve peşinden sürüklemesi demektir. Burjuvalaşma/proterleşme sürecinin en önemli unsuru da önce kırları/köylülüğü cumhuriyetçi devrime kazanmak, sonra kırlarda ağa/köylü, aşiret/cemaat ilişkilerini tasfiye etmek, ardından da kırsal burjuvalaşma ve proleterleşme sürecini egemen kılmaktır. Bir başka anlatımla taşrayı sosyo ekonomik ve sosyo kültürel bir tanım olmaktan çıkarıp coğrafi bir tanıma dönüştürmektir. Kemalist cumhuriyetçi devrim, kendi varlığını bütün gücüyle ve bütünsel biçimde hissettirdiği metropollerde birey/yurttaş kimliğinin oluşumunda olağanüstü bir başarı gösterdi. Ama aynı başarı taşra için sözkonusu değildir. Taşra da Cumhuriyet devrimi ekonomik değişim ayağından büyük ölçüde yoksun kalmıştır. Yaşanan kısmen siyasal ama çok daha ağırlıkla da kültür merkezli bir müdahaledir. Kemalist devrim kırsal alanla devrimsel ilişkisini kültürü önceleyen biçimde kurmuş, ekonomik, sınıfsal ve sosyal değişimle birleşmeyen kültürel değişim ise ters tepmiş ve eski yerel kültüre sarılma refleksi yaratmıştır. Bu söylediklerimiz devrimin taşra da hiçbir olumlu sonuç üretmediği anlamında değildir. Vurgulanan bu gelişmelerin köklü ve kalıcı olamadığıdır. Nitekim 1950’lerden sonra süreç tersine çevrilmeye başlanmış 1980’lerden sonra da karşı devrim taşrada tam bir egemenlik tesis etmiştir. Bugün artık taşra fiilen boşalmış, kentlere akın etmiştir. Ama bu süreç eksik devrimin ürünü olarak küçük mülkiyet (Köylü, esnaf) zihniyetinin, daha özelde de irticanın geriletilmesini değil, büyük kentleri işgal etmesini doğurmuştur. Genel olarak Türkiye sağının üzerinde yükseldiği söylemsel zemin işte bu arızal/çatışmalı tarihsel/sosyal psikolojiye dayanmaktadır. AKP'ci karşı devrimciliğin üzerinde yükseldiği sosyolojik gerçek ve siyasal arka planda ise büyük göç dalgası ile taşra ruh halinin metropolleri de teslim alması vardır. Metropollerin taşralılaşması karşı devrimciliğin ülke kaderini belirleyecek bir siyasal kuvvete kavuşmasını sağlamıştır. Tarih bize kentsel sınıflarla ittifak halinde olan köylülüğün toplumsal ilerlemenin önemli bir aktörü olduğunu ama metropolleri de kuşatabilen bir esnaf-köylü ittifakının ise büyük bir gericileşme işareti olduğunu sayısız örnekle göstermektedir. Daha sakin zamanlarda olsaydık, belki biz de liberaller gibi hastalıklı da olsa bu kentleşme sürecinin eninde sonunda esnaf ve köylü zihniyetinin birey/yurttaş, proleter/burjuva olmak anlamında dönüşüm geçirmesine yarayacağını düşünür ve bu gelişme karşısında belki de bu kadar "endişeli" olmazdık. Oysa bu içsel faktörün, küreselleşme sürecinin yarattığı kaos/kuralsızlaştırma/irrasyonelleşme ve parçalılık koşullarıyla birleştiğinde çok ciddi bir karşı devrimci risk unsuru haline geleceğini düşünüyorduk ve nitekim öyle de olmuştur. Türkiye solunun önündeki en ivedi ve en önemli siyasal görevlerden biri, bugün artık taşranın fiziken kentleşmesi ve/fakat kentlerin de taşralaşmasında ifadesini bulan bu “ikili” yapıyı, birey/yurttaşlaşma ekseninde ortadan kaldıracak siyasal adımları atmaktır. Bugüne kadar yapılagelen kültürel dışlama ya da tam tersinden kültürel taklitle bu kitlelere sempatik gelme girişimlerinden kopmak ve bu kesimleri ekonomik/sınıfsal politikalarla kucaklayarak dönüştürmek zorunlu hale gelmiştir. Birey/yurttaş olmanın doğal sonucu olarak bu kesimlerin sosyal güvenlik haklarıyla donatılması ve çabanın kadın öncelikli yürütülmesi bu politik müdahalenin ana ekseni olmalıdır. Bu alan yerel yönetimlerin de en birincil mesaisi haline gelmelidir. Ekonomik sınıfsal politikalar kültürel algı değişiminin de dinamosudur ve eşzamanlı olmasa da bu alanı izler. 1965-80 arası dönemde bu ekonomik/sınıfsal eksenli politikalarla devrimcisiyle/reformcusuyla sol hem metropol varoşlarında hem de taşra da önemli bir etki alanı yaratabilmişti. Yani Amerika’yı yeniden keşfe hacet yok. Yol vardır, bilinmektedir. Eksik olan halkçı/devrimci sol iradedir…