Politikanın akılla mı, zekâyla mı yoksa kurnazlıkla mı daha çok ilişkisi vardır? Mevcut manzaraya baktığımızda politikanın açık ara bir kurnazlık işine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Akıl, zekânın bir yöntem sahibi olduğu haldir. Karmaşık olaylar arasında nedensellik ilişkisi kurabilme melekesidir. Zekâ, iki olgu arasında çok seri biçimde bağlantı kurabilme yeteneğidir. Kurnazlık ise herkesi muarız kabul edip onları "aldatma" yeteneğidir. Yani zekânın aptallığa en yakın ve en haysiyetsiz biçimidir. Politika bugün ağırlıkla statüko içinde ve statükoyu korumak için yapılmaktadır. Yani özü itibariyle muhafazakâr bir politika söz konusudur. Statükoyu korumak bazen geriye gitmekle bazen de kısmi bir ilerleme göstermekle olanaklıdır. Ama kapsamlı bir ilerleme projesinden yoksundur. Oysa politika ancak kapsamlı bir ilerleme, değişim, devrim perspektifiyle yapıldığında akılla yani çok daha bütünsel, orta ve uzun vadeli bakışla birleşir. Analitik bir özellik kazanır. Kuramsal ve bilimsel alana dayanma ihtiyacı duyar. Olağan dönemlerdeyse rakiplerin birbirini aldatma mahareti politikanın geçer akçesi olur. Ama bu, ülkenin geleceğinin tümüyle bu ilkel kurnazlığa emanet edildiği anlamına gelmez. Politika kurnazlığa ait bir alanken ülke yönetimi tümüyle politik aktörlerin kurnazlığına emanet edilmez. Bürokrasi, hukuk/yargı, üniversiteler ve basın bu açıdan dengeleyici unsurlar olarak politikacının -emir eri değil- denetleyicisi olarak rol oynar. Bunlar da devrede yoksa, ortadan kaldırılmışsa, ülke tümüyle politikacının kurnazlığına teslim edilmiş olur. İç politika bile bu durumda ciddi yaralar alır ama dış politika kurnazlığı hiç kaldırmaz. Dış politika gerçek bir satranç tahtasıdır. Dış politika iyi yetişmiş uzmanların ve diplomatların yönlendiriciliği olmadan, basit ve kısa vadeli hamlelerle düşman güçleri bir punduna getirip ekarte etme çabasına indirgenirse, orta vadede o ülkenin bir felaketle karşılaşması kaçınılmazdır. Türkiye'deki politika alanına, bugün tam da böylesi bir şark kurnazlığının dizginsizce at koşturduğu bir bilinmezlik, öngörülmezlik, katastrofik bir tablo egemendir. Kriz/Katastrofi/Kurnazlık... Politikanın kurnazlık alanının kısa vadeli ve geçici aptalca kazanımlarına indirgenmesi, akıl ve izandan uzak bir hal alması temelde politikacıların kişisel zekâ sorunuyla ilgili değildir; asıl olarak bir ufuktan yoksunlaşma çıktısıdır.  Gelecek perspektifi olmayan, günü kurtarmaya indirgenen bir politik zeminin doğal halidir "kurnazlık"... Bu başlı başına aklın kötücülleşmesi, bayağılaşma ve ahlaksızlaşmasıdır. Sistemsel kriz dönemlerinde bu akıl ve izan dışılık daha belirgin bir kötücül hal alır. Sistem açısından temel bir yaşamsal dürtü olarak ayakta kalmanın en acil ve önemli konu haline geldiği bir dönemde bu kötücül kurnazlık kan ve barut kokan bir vahşetle birleşir. Evet bu aptal zekası olan kurnazlık kişisel değil bir sistemsel sorun olarak hep vardır ama derin kiriz anlarında egemen olan katastrofik hal, kişisel olarak da akıl ve zekadan yoksun ama kötücül bir kurnazlığa en yatkın kişileri siyaset arenasına çıkarır. Çaresizliğin yarattığı toplumsal karamsarlık ve akıl durması agresif, lümpen, sığ, acımasız kötücüllükteki lider profilini "kurtarıcı" haline getirir. Birinci emperyalist savaş sonrası yükselen faşizan dalga ve bugün birbirine çok benzemektedir. Hatta bugün durum bazı bakımlardan çok daha vahim bir tablo sunmaktadır. Ya Muhalefet? Peki muhalefet unsurları bu kurnazlıkla neden baş edemez? Muarızlarının kaba saba, cahil, lümpen ve kötücül olduğunu mütemadiyen tekrar etmelerine ve neredeyse bu söylemi temel muhalefet argümanı haline dönüştürmelerine rağmen, sayısız kere bu özelliklere sahip muarızlarının önünde neden diz çökmek zorunda kalırlar? Zira tam da bu akıl ve izandan yoksunluğun, kötücüllüğün, bayağılığın kişisel bir sorun olmaktan öte bir sistemsel çıktı olduğunu fark etmedikleri ya da kendileri de bu sistemden beslenen/nemalanan unsurlar oldukları için fark etmek istemedikleri için... Bugün küresel kapitalist sistem hem evrensel düzede bir hegemonya krizi yaşamakta, hem de tek tek ülkelerde emek düşmanı, kamusal kaygılardan yoksun, üretimci olmayan neo liberal politikalar sürdürülemez hale gelmiş bulunmaktadır. Kitleler ise farklı ve daha emekten yana, insancıl bir paradigma görmedikleri için mevcut paradigma içinde çözümü daha sert, fütursuz, hamaset yüklü, irrasyonel bir otoriterlikte aramaktadırlar... Muhalefet mevcut neo-liberal paradigmadan kesin biçimde kopmadan, emek eksenli, paylaşımcı, özgürlükçü yeni bir paradigmayla kitlelerin karşısına çıkmadan, söz konusu cehaletin kurnazlığına karşı galebe çalamaz. Oysa kitlelere yeni bir ufuk sunulsa, mevcut gidişattan apayrı bir yola giden makas değişimi gerçekleştirilse, akıl ve vicdan, mevcut kötücüm kurnazlığı da yenecektir. Kılıçdaroğlu ilk dönem niçin bir umut olmuştur, ya da Adalet Yürüyüşü sırasında niye "artık Kılıçdaroğlu tüm muhalefetin lideri olmuştur" söylemi yaygınlaşmıştır ya da S. Demirtaş bütün etnik önyargı dezavantajına karşın CHP'lisi, AKP'lisi ve hatta MHP'lisene uzanan bir sempati halesi yaratmıştır? Yeni bir ufuk ışığı verdikleri için... Kendisi bile değil sadece uzaktan gelen ışığı bile kitlelerde bu kadar heyecan yaratan, akılcıl, barışçıl, eşitlikçi ve vicdani bir siyasal atmosferi besleyen yeni pradigma gerekmektedir... Mevcut pradigma içinde oyalanmak kötücül kurnazlığın zaferine hizmet etmek demektir...Zira mevcut pradigma en kurnaz, en pragmatist, en hamasetçi ve en  acımasız siyaseti beslemekte, güçlendirmektedir. Örneğin Türkiye'de sol iddialı akımlar son dönemde metal, madencilik, petro-kimya vb. sektörlerde yaygın bir işçi huzursuzluğu ve eylemi yaşanmasına karşın niçin bu eylemlere gözlerini kaparlar? Niçin aylardır çok önemli bir eylemlilik içinde olan ve eylem hakları bile iktidarca gasp edilen bu işçilerin yanında olmazlar, onlarla geceleyip onlarla kalkmazlar? Çok bildik bir anekdottan esinlenerek sözlerimizi tamamlayalım: Zaman artık bir cam şişe içine hapsedilmiş sineğe cam şişede nasıl iyi yaşanılacağına ilişkin vaaz verme zamanı değildir. Şişeyi kırın!...