Geçen haftaki yazımızda AKP iktidarının kendi çaresizliğini fark ettiğini ve bu nedenle de stratejisini "her ne pahasına iktidar" şiarı üzerine şekillendirdiğini vurgulamıştık. AKP yalnızca halka ve emekçilere karşı suç işleyen bir yapı değil. Salt böyle olsaydı mevcut sistem açısından bir sorun teşkil etmez hatta dün olduğu gibi bugün de uluslararası ve yerel sistemin güç odaklarınca el üstünde tutulurdu. Ama kapitalist çete düzeninin de kendine göre bir kuralı var. Bu kuralın en başında da ortaklarına kazık atmamak, onlardan para kaçırmamak, çalmamak gelir. Tıpkı bir mafya örgütlenmesinde olduğu gibi... AKP hem bu mafya sisteminin baronlarından olma gayreti içinde olup hem de ortaklarını dolandırmaktan da geri durmayan mahalli bir mafya lideri gibi davrandı ve ortaklarıyla papaz oldu. Tıpkı bir mafya düzeninde olduğu gibi bugünkü küresel sistemin aktörleri açısından da bu en affedilmez suçtur. Yapanı cezalandırmazsan sistemi ayakta tutamazsın. AKP'nin tüm barış girişimlerine ve çağrılarına karşın küresel sistem, kendi çete hukukunun gereğini yaptı ve "bileti kesti"... AKP'nin seçimi kaybetmesi demek yargılanma, hapis vb. yolunun açılması demek. İşler öyle bir noktaya geldi ki, AKP'liler açısından dünya üzerinde sığınılacak bir seçenek bile kalmadı. İktidarda kalması ile yaşamı arasında dolaysız bir nedensellik olan bir ekip işini/geleceğini şansa bırakmaz, bildik kurallarla hareket etmekle yetinmez. "Seçimde yenilirsem muhalefete geçerim" diyemez artık. İşte bu nedenle AKP'nin stratejisi "her şey pahasına iktidar"dır. Duruma bakacak; ya seçimi devre dışı bırakacak bir tercihe yönelecek ya da yanlış hesapla seçime gitmeye karar vermiş ve seçimden mağlup çıkmışsa bu seçim sonuçlarını tanımamanın gerekçelerini/koşullarını şimdiden oluşturacaktır. Gerekçe malum: İçeride ve dışarıda işbirlikçileri olan uluslararası bir komployla seçimlere müdahale edildiğini/hile yapıldığını iddia etmek... Çok ironik değil mi? AKP ayakta kalmasının karşı devrimi ilerlemekten geçtiğinin farkında... Ama hakkını vermek gerekir ki, AKP'nin farkında olduğu bir gerçek daha var... Sadece savunmada kalmakla başarıya ulaşamayacağını biliyor. İçeride ve dışarıda saldırgan bir üslup benimseyerek ve mevcut sistemi adım adım tek kişinin mutlak hükümranlığı doğrultusunda dönüştürerek hep ileri mevzilere ulaşmayı hedefliyor. Böylesi kriz/kaos halinde mevcudu koruma çabasının yenilmekle eş anlamlı olduğu ve mevcudu korumanın bile ancak yeni mevziler kazanmakla mümkün olduğu bilinciyle hareket ediyor. Evet AKP'nin stratejisi bu... Ve bu stratejiye her dönemde yeni ittifaklar da yaratabiliyor. Dün sözde demokrasi vaadiyle liberal safdiller, bugün anti-emperyalizm söylemiyle ulusalcı safdiller karşı devrimin payandaları oldular... Birbirlerine düşman ama AKP'ye koltuk değnekliğinde birbirleriyle denk bu iki akımın aslında farklılıkları kadar ve hatta daha çok özsel benzerlikleri olduğunu ortaya koyan bir siyasal tablo bu. Umarım hızlı akan gündem fırsat verir de bu söylediğimizi ayrıntılandırma olanağı buluruz birgün. Bugün konumuz başka ve devam edelim... Peki ya muhalefetin bir stratejisi var mıdır bu durum karşısında? Varsa nedir? diye sonlandırmıştık geçen haftaki yazımızı. Bu yazıma gelen kısa ve çarpıcı yorumlardan biri şu şekildeydi: " Ne yazık ki, bugünkü CHP her halükarda muhalefette kalmak stratejisi izlemekte!" Çok kısa, çarpıcı ve anlamlı bir tespit... Zira CHP, bugünkü karşı devrimci gidişatı eskinin muhafazası üzerinden durduramayacağının farkında değil... Laikliği ve Cumhuriyeti korumanın bile ancak daha ileri gitmekle olanaklı olabileceği perspektifinden uzak... Bu tür durumlarda halkı ideolojik olarak daha fazla aydınlatmak ve siyasete seferber etmek zorunluyken CHP bu alanda birkaç hamle yapıp sonra yeniden idare-i maslahat politikasına ricat ediyor... Halklaşmadan-emekçileşmeden bu zorlu siyasal sürece önderlik etmek olanaksız... CHP içinde olunan sürecin bir karşı devrim/devrim kutuplaşması ve kapışmasına dönmüş olduğu temel gerçeğinden hareketle politika yapmıyor... Sanırsınız ki, siyasal süreç olağan dinamikleriyle devam ediyor ve yüzde 50+1'i bulunca her şey yoluna girecek... Bu bakış nedeniyle de bir stratejisi varsa eğer bu strateji "tek bir oy bile önemli" düsturunda somutlaşıyor. Bu bakış açısı da onu süreğen biçimde hem sağla işbirliğini temel almaya hem de sağcılaşmaya yöneltiyor. Yine aynı "artı bir oy" kaygısıyla ve dar milliyetçi perspektifle HDP ile bir arada görünmekten, işbirliği yapmaktan ısrarla uzak duruyor. İşin ilkesel ve stratejik yanını şimdilik bir yana bırakalım: Kürtler artık taktik/güncel politika alanında bile bu ülkenin geleceğini belirleme açısından belirleyici öneme sahiptir. Bu gerçeğe gözlerini kapayan bir laiklik ve cumhuriyet mücadelesi başarılı olamaz. Bu gerçeğe gözlerini kapamak yalnızca neo tekokratik tek adam diktatörlüğü cephesinin güçlenmesine hizmet etmek demektir. İlginç olan şudur ki, CHP bu adımları atmakta küçük oy kaygılarıyla geri dururken MHP tandanslı İyi Parti, geçtiğimiz günlerde açık açık HDP ile ikinci tur seçimlerde ittifak yapabileceğini kamuoyuna deklare etti. CHP içinden ise yakın zaman önce hem Muharrem İnce hem de Tuncay Özkan peş peşe "Kürtlerle kucaklaşmak ve geleceği birlikte kurmak"tan söz eden açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalar CHP'de arada sırada yapılan göstermelik açıklamalardan biri olarak unutulup gidecek mi yoksa siyaseten bir karşılığı olacak mı? izleyip göreceğiz. İleri ya da Geri... Devrim ya da Karşı Devrim... CHP'nin sağ partilerle işbirliği arayışında olması bugünkü tablo içinde yadırgatıcı değil... Ama merkeze bu politikayı koyması ve ısrarla sorunu "al yüzde 50+1'i her şey düzelsin" darlığı içine sığdırmaya çalışması ölümcül bir hata. Sanırız CHP'ye iç ve dış bazı sermaye güçleri ısrarla bu ölümcül mutedilliği dayatıyorlar ve CHP, bu kıskaç içinde iktidar isteği olmayan apolitik bir muhalefet odağına dönüşüyor. İçeride ve dışarıda sermaye güçlerine bel bağlayan ya da herhangi bir "devletlü" kurumdan medet uman siyaset yenilgiye mahkum bir siyasettir. TÜSİAD'ın, Ordu'nun, halkın, Cumhuriyet'in, laikliğin hiçbir derdine merhem olamayacağını eğer geçen 20 yıl bize gösteremediyse, bu yalnızca bizim körlüğümüze ya da korkaklığımıza delalettir. Örneğin son bir kaç yıldır özellikle büyük sektörlerde önemli işçi eylemleri yaşanıyor. Bugünlerde de yeni bir emek hareketi dalgasının ipuçlarıyla yüzyüzeyiz. CHP'yi bırakalım sosyalist siyasetin bile bu sınıf eylemleri karşısındaki duyarsızlığı şaşırtıcı bir eksen kaybının işareti. Oysa bugünün en temel ve acil siyasi görevi emekçilerin, halkın siyasete el koymasını sağlamaktır. Her yer sokak sokak, mahalle mahalle, fabrika fabrika birer halk meclisi haline getirilmelidir. Mümkün olan en geniş kesimlerle geçici ittifaklar yapılabilir ama bu yetmez; kararlı bir Cumhuriyetçi, laik, halkçı çekirdek olmadan bu geçici ittifaklar yol açıcı değil, yol şaşırtıcı olur... Önümüzdeki dönem çok zorludur... Halklaşmadan, devrimcileşmeden, başta Kürtler, etnik/dini ötekileştirme yaşayan her kesimle kucaklaşmadan, Cumhuriyet'i ve laikliği emekçi bir özle derinleştirme perspektifine sahip olmadan, karşı devrimi önlemek olanaksızdır. Böylesi bir muhalefetin stratejik ortaklıkları HDP, Sosyalist güçler ve tüm anti kapitalist-laik dindarlar ve Alevilerdir. Taktik ve güncel ittifakları ise AKP- MHP-Ergenekon ittifakı dışındaki tüm güçlerdir... Stratejik politikası ise her ne pahasına olursa olsun karşı devrimi yenmek, emekçisiyle, sosyalistiyle, Kürdüyle, Alevisiyle, anti kapitalist ve laik dindarlarıyla emek tabanlı eşitlikçi ve özgürlükçü yeni bir laik Cumhuriyet projesinde ortaklaşmaktır. Tarih böylesi sistemsel kiriz ve türbülans anlarında mevcudu koruma perspektifinin yenilgiyle eşdeğer olduğunu göstermektedir. Ya ileri gideceksiniz ya geri, ya devrim kazanacaktır ya karşı devrim; ortası yoktur... Bugünkü siyaset ancak bu devrim/karşı devrim diyalektiği içinden anlaşılabilir ve ancak bu temelde oluşturulan bir strateji ile zafer mümkündür.