1 Eylül Dünya Barış Günü! Çünkü 1 Eylül milyonlarca insanın yaşamına, kültür ve çevre üzerinde olağanüstü tahribata mal olan insanlık tarihinin tanık olduğu en korkunç savaşlardan birinin, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç tarihi… 52 milyon insanın yaşamını yitirdiği bu korkunç savaşın yarattığı travma o kadar büyük oldu ki, savaşın hemen sonrasında, savaşın başlangıç tarihi olan 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak ilan edildi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra insanlık yeni bir dünya savaşı ile karşılaşmadı ama bölgesel ve yerel düzeyde savaşlar sürüp gitti. Yalnızca 20. yüzyılda 165’e yakın savaş yaşandı. Bu savaşlar insan nüfusunun yaklaşık yüzde 6.25’inin ölümüne yol açtı. Savaşlarda ölenlerin yüzde 75’ini siviller oluşturmaktaydı. Bu sivil nüfus içerisinde de en çok kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yoksullar ve azınlıklar savaşın yıkıcı etkisini üzerinde hissettiler. Savaş yalnızca o andaki insan nüfusunun yıkımına yol açmaz, aynı zamanda toprağı, havayı ve suyu kirleterek, doğayı yaşanmaz kılarak; nesillerce süregelen ölümcül etkiler bırakır geriye… Savaş insanoğlunun geleceğini de mahveder. Savaş kültürel yaşam üzerinde de yıkıcı etkiler yaratır. Savaşlarda bombalanan kentlerde, yerleşim yerlerinde yalnızca binalar yıkılmaz; yalnızca insanlar ölmez… Aynı zamanda ölen insanlığın yüzlerce yıllık kültürel mirasıdır da. İnsanın yalnızca bugününü ve yarınını elinden almakla kalmayan; geçmişini de yok eden bir illettir savaş. Ve bu akıl almaz insanlık suçunu işlemek için, insanlığın onlarca yıllık emeğinin, alın terinin karşılığı olabilecek büyüklükte kaynaklar harcanır. Daha güzel bir yaşam arzusuyla ter döken insanların yarattığı kaynaklar; ne acıdır ki, onların sefaletine ve ölümüne yol açan savaşlara akıtılır. Eğer bu kaynaklar insanlığın, doğanın ve kültürün gelişmesi için harcanmış olsaydı; bugün gönencin, kardeşliğin ve barışın hakim olduğu bir dünya yaratılmış olabilirdi… Tüm insanlığın kaderi açısından savaş ve barış ikilemi; yaşam ve ölüm ikilemi ile neredeyse özdeştir. Yalnızca insanlığın da değil; doğal çevrenin ve kültürel mirasın korunabilmesi açısından da yaşamsal öneme sahip bir ikilemdir bu. İşte bu yüzden barışsever olmak başlı başına önemli ve değerlidir. Ama savaşların tarihsel-sınıfsal, ekonomik ve siyasal nedenlerini doğru anlayamazsak; barışsever niyetlerimizle tezat biçimde, savaşları sona erdirecek tarihsel adımlara da seyirci kalabiliriz. Savaşların ardında ekonomik kaynaklara el koyabilmek ve bunun için de siyasal olarak egemen olabilmek mücadelesi yatar. İçte sınıflar arası; dışta uluslararası sömürü sisteminin varlığıdır savaşların kaynağı… Savaşlar, kapitalizmin müzmin krizlerine karşı taze kan etkisi yaratır. Kapitalist ekonomiler için bu çok büyük ölçekli silah üretim kompleksleri sermayenin değersizleşmesi olgusunun önüne geçilmesini sağlayan, geniş bir istihdam ve üretim alanı anlamını taşır. İnsanların, doğanın ve kültürün ölümüne yol açan savaşlar, ne gariptir ki (garip mi gerçekten!) kapitalist ekonominin yaşam kaynağına dönüşür. Ayrıca bölgesel savaş vb. nedenlerle kışkırtılan silah talebi de silah üreticisi büyük kapitalist ülkelerin ekonomik damarlarındaki tıkanmaları açmakta kullanılan stent işlevi görür. Uzak bir geçmiş sayılmaz; hatırlayalım; SSCB’nin yıkılışı ve soğuk savaşın bitimiyle artık ülke bütçelerinin önemli bir bölümünü oluşturan silahlanma harcamalarının azalacağı, bu kaynakların üretken ekonomiye kaydırılacağı ve tüm bunların da daha müreffeh ve barış içinde yaşayan bir dünya düzeninin kurulmasına kaynaklık edeceği iddiaları hayli yaygındı. Burjuvazinin ideologlarına göre, “tarih bitmişti ve artık refah ve barışın hakim olacağı yeni bir dönem başlamıştı.” Gerçekten de kısa bir süre bu iddiaları doğrular gelişmelerde yaşandı. Silahlanma harcamalarında düşüşlerin gözlemlendiği bu süreç “Pax-Amerika”nın zaferi gibi algılandı. Ama çok değil bu gelişmelerin üzerinden ancak 5 yıl gibi kısa bir süre geçmişken, dünya kendini yeniden ve bu kez organizasyon olarak yenilenmiş bir silahlanma yarışının içinde buldu. Silah sanayinin yeniden yapılandığı bu dönemde ABD; İngiltere, Fransa ve Almanya başta olmak üzere silah sanayi devlet eliyle yeniden örgütlediler. Bizlere barışın, çağdaşlığın, demokrasi ve özgürlüğün şarkılarını söylemelerine bakmayın, bugün dünyanın en büyük 100 silah üreticisi şirketinin çoğu ABD, Avrupa kökenli silah tekelleridir ve bu tekeller dünya silah piyasasının da yüzde 90’nınndan fazlasına hakim durumunda. Yeni Dünya Düzeni’ndeki yeni savaş dinamikleri Silah piyasasının, “Pax America”nın kanatları altında yeniden canlanmaya başlamasının en temel güncel nedeninin ise, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Asya, eski orta-Asya ve Doğu Avrupa ülkelerinin en büyük rekabet alanı haline gelmesi ve son dönemde doruğa ulaşan kapitalizmin yapısal krizi oluşturuyor. Bu süreçte silah sanayinde tekelleşme ve merkezileşme olağanüstü boyutlara varırken, silah kartelleri dünyanın birçok ülkesinde silah, yedek parça ve motor üretim şirketlerini satın alarak yüzlerce değişik ülkede faaliyet yürütür hale geldiler… Türkiye, Tayland, Singapur, Arjantin gibi birçok ülkede yabancı silah tekelleri yerli sanayilerle ortaklıklar kurmaya, kısacası tek tek ülke piyasalarını içten işgal etmeye başladılar. Türkiye Silahlanıyor! Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar kuşağında yer alan Türkiye’nin de bu silahlanma sürecinin temel odaklarından biri olması hiç de şaşırtıcı değil. Türkiye silah alımları için her yıl milyar dolarlar harcıyor ve piyasa arayışındaki batılı silah satıcıları Türkiye pazarına büyük önem veriyor. Türkiye, uluslararası silah tekellerinin kasasına her yıl milyarlarca dolar akıtırken, bu tekellerin Türkiye’de düşük maliyetli silah üretimi yapmasına da olanak tanımaktadır. Dünyanın en büyük silah tekellerinden American United Defence Şirketinin yerli ortaklıkla ürettiği FNSS Savunma Sistemi lisansıyla ürettiği zırhlı araçları Tayland, Malezya ve hatta düşük maliyetli olduğu için Amerika’ya bile satması bu durumun çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor. Artık Türkiye’de üretilen zırhlı araçlarda, uçaklarda, helikopterlerde TAI, ASELSAN, NUROL, Tekfen, Mikes, Hema gibi büyük yerli firmalarında imzası var. Ayrıca uluslararası silah tekellerinin platform tipi silah üretimlerini, düşük maliyetlerle azgelişmiş ülkelerde üretme stratejisi, Türkiye’de de başarı kazanmış durumda. Türkiye’de silahlanma ekonomisinin giderek ülkenin en belirleyici sektörlerinden biri haline gelmekte olduğunu söylemek, hiç de abartı sayılmaz. Elbette Kürt sorunu şiddetle çözme ısrarı, Ortadoğu dengelerinde aktif rol üstlenmeye dayalı alt emperyalistleşme hayalleri ve ekonomik ve siyasal krizleri savaşçı yöntemlerle öteleme/hafifletme çabaları varlığını korudukça bu militarist/savaş merkezli gelişmeler de artarak sürecektir. Son söz: Barış için, yeni bir insanlık durumunu yaratmaya; yeni bir insanlık durumu yaratabilmek için de özgürlük ve eşitlik felsefesine ihtiyacımız var.