Bir tartışmadır sürüp gidiyor… Verir diyenler iki önemli sava dayanıyorlar. Dünya’dan gelecek tepkileri ve/ya içeride oluşacak tepkileri göze alamaz… Aksi tavır aldığında ekonomi iyice kötüye gider ve tüm bunlar da Erdoğan’ın siyasi sonunu hazırlar. Ve ayrıca karşı cepheye de şöyle bir eleştiri yöneltiyorlar; “seçimleri kazansak da Erdoğan iktidarı vermez” diye düşünüldüğünde bu sadece muhalefet tabanında umutsuzluğa, atalete ve sinizme yol açar, bu da Erdoğan’ın işine gelir. Bu görüşün karşısında ise “nasılsa Erdoğan iktidarı vermez” gerekçesiyle seçimleri boykotu savunanlar var. Boykot taktiğinin hangi koşullarda etkili olabileceğini geçen haftaki yazımda ele almıştım. Eğer boykot taktiği söz konusu koşullar mevcut değilken gündeme getiriliyorsa en iyi olasılıkla siyaseten karşılığı olmayan bir tutumdur. En kötü olasılıkla da amaçlananın tam tersine karşı tarafa güç ve meşruluk sağlar. İlk görüşü savunanların karşı cepheye yönelttikleri eleştiri, boykotçular açısından kısmen doğrudur. Zira seçimden ötesinde bir şeyleri yapabilecek; hayata geçirebilecek bir gücünüz yoksa, bu koşulda boykot taktiği gerçekten de bir atalet ve umutsuzluk taktiğine dönüşür ve dolaylı olarak da muarızın işine yarar. Ama sürüp giden bu tartışmanın politik bakımdan en önemli yanı bu değildir. Benim de aralarında olduğum AKP’nin iktidarı teslim etmemek için mümkün olan her şeyi yapabileceğini söyleyenler, basit bir tahmin oyunu oynamıyorlar. AKP’nin her geçen gün daha net hal alan bir biçimde yeni bir rejim (bir diktatörlük rejimi) tesis ettiğini söylüyorlar. Gelinen yerde bu rejimin inşası doğrultusunda AKP iktidarının kendini hiçbir hukuk, yasa ve teamülle bağlı hissetmediğine dikkat çekiyorlar. Dahası AKP’nin varlığını sürdürebilmesinin ancak iktidar gücünü elde tutmakla olası olduğunu, her ciddi zayıflama belirtisinin partiyi hızla dağılma noktasına götüreceği görüşünü dillendiriyorlar. Nitekim Sabah’tan Dilek Güngör, Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül İstanbul’un kaybedilmesi durumu ortaya çıkınca, daha hemen AKP çevresindeki pek çok iş adamı ve kanaat önderinin nasıl karşı tarafla ilişki kurmaya çalıştığını yazdılar. Bizzat Erdoğan’da birkaç gün önce İmam Hatiplilerle ilgili bir toplantıda “daha ilk yenilgi işaretinde dağılma belirtisi gösterenler olduğunu” teyit ederek herkesi “dava adamı” olmaya davet etti. Ve sonuncu faktör de AKP üst yönetiminin malum yargılanma korkusudur. Tüm bu nedenler bir araya geldiğinde AKP’nin iktidarı kaybetmemek için hile, seçim sonuçlarını tanımamazlık, yasaları kadükleştirmek ve şiddet de dahil elinden gelen her yöntemi deneyeceğini söyledik. Bunlar bu yargının şekillenmesindeki temel analitik nedenlerdir. Ama AKP’nin seçim sonuçlarına rağmen iktidarı normal bir parti gibi kolayından teslim etmeyeceği yargısı yalnızca soyut analitik temellendirmelere de dayanmamaktadır. Pratikçe de kuvvetli biçimde doğrulanmıştır. 7 Haziran seçimleri sonrası yaşananlar, HDP’li belediyelere kayyum atamalar ve hatta kendi belediye başkanlarını hiç rastlanmamış bir yöntemle istifaya zorlamalar, AKP’nin iktidarı kaybetmemek için neler yapabileceğine dair son derece somut verilerdir. Nitekim 31 Mart’tan bu yana yaşananlar da bu iddiayı yanlışlar değil doğrular niteliktedir. AKP’nin iktidar gücü için koyduğu kırmızı çizgiler İstanbul’da ve HDP’nin güçlü olduğu yerlerde denetimi kaybetmemekti. Seçimle başaramadılar; şimdi hukuk tanımaz iktidar gücüyle bu amacı gerçek kılmaya çalışıyorlar. Bu sav ataleti mi besler? Bu tahlil sadece AKP’nin normal bir parti olmadığını ve iktidarı teslim etmemek için elinden geleni ardına bırakmayacak, gücü yettiğince her yöntemi deneyecek bir yapıya sahip olduğu gösterir. Ama bu amacında kesinlikle başarılı olacağı anlamı taşımaz. Bir aktör gücü ölçüsünde planlarını hayata geçirebilir. Gücünü sınırlayan en temel unsur ise karşısında aktif ve organize bir karşı gücün varlığıdır. Sonucu bu belirler… Eğer uyanık olunmaz, bu gerçeği hesap eden bir hazırlık yapılmaz, etkin ve kitlesel bir karşı seferberlik yaratılamazsa, seçimi sayısal olarak kazanmış olmak tek başına sonucu belirlemez. Bu hazırlık ve seferberlik seçim müşahitliğinden, sandıklara, kamuoyu oluşturma stratejilerine, iç ve dış potansiyel güçleri harekete geçirmeye vb. kadar uzanır. Velhasıl hakkını yedirmemeye kararlı bir karşı güç inşa edilirse, bu güç nispetinde AKP’nin amacına çomak sokulması da başarılacaktır. İmamoğlu’nun dediği gibi, eğer seçim boyunca kütlesel bir seferberlik ve uyanıklık örgütlenmemiş olsaydı, seçim 31 Mart gecesi çalınmış olacaktı. İşin bugünkü noktaya gelmesini sağlayan AKP’nin sandığa saygısı değil, muhalefetin ilk defa iyi bir hazırlık yapmasıdır… Bundan sonraki süreçte de iktidarı geriletecek/boşa çıkaracak düzeyde bir seferberlik ve uyanıklık sürdürülmezse, iktidarın atı yine Üsküdar’ı geçecektir. Dolayısıyla tartışma bir iyi niyet kötü niyet, umut umutsuzluk tartışması değildir. Analitik ve pratik bir arka plana sahip olan bir tartışmadır. Bu konuda iyimser olanlar, bu saydıklarımız konusunda ya bambaşka şeyler düşünmekteler ya da benzer şeyler düşünseler de bunları ikincil kılan daha önemli etkenler bulunduğu kanaatindedirler. İki farklı analitik yaklaşım Ki bizce ikincisidir. Ortada ciddi bir analitik yaklaşım farklılığı mevcuttur. Bu analitik farklılığın ilki dış dünya faktörünü değerlendirmeyle; ikincisi de AKP gerçeğini değerlendirmeyle ilgilidir. Dış dünyadan gelecek tepkileri “demokrasi” duyarlılığıyla ilişkilendirmek bunlardan biridir. Biz ise dış tepkilerin şekillenmesinde ekonomik çıkarın daha başat olduğunu düşünmekteyiz. AKP’nin de bu gerçeği kavradığını ve epeyce bir süredir dışarıya ekonomik imtiyazlar sağlama ya da sağlamama seçeneğini dış dünyanın tepkilerini kontrol için çok iyi kullandığını görmekteyiz. Ayrıca, dış dünyanın tepkileri AKP için muhakkak önemlidir ama belirleyici değildir. Erdoğan, zayıflamış bir AKP’nin dış dünya ile ilişkiler açısından en öncelikli sonuçlarından birinin “Erdoğansız AKP dayatması”nın kuvvetlenmesi olacağını muhakkak ki kestiriyordur. Bu nadenle de Erdoğan dış dünya ile ilişkisini istediği düzeyde tutmanın ancak onları kendine mecbur etmekten ve onları ihale tavizleriyle nötr tutmaktan geçtiğini düşünüyor ve bu konuda hiç de haksız sayılmaz. En az ilki kadar önemli analitik farklılık ise, bu konuda “iyimser” olanların“AKP” ve “diktatörlük” bağlantısını “soft bir bağlantı” olarak görmeleridir. Sanırım bunda “popülizm teorileri”nin yanıltıcı etkisi de söz konusudur. Malum olduğu üzere bu teorilere göre, sağ popülizm diktatörlük eğilimleri de olmakla birlikte, faşizm vb.nden farklı olarak seçim sisteminin içinde hareket etmeyi de benimsemiş bir akımdır. Bizce asıl vahimlik burada, yani AKP’nin diktatörlük potansiyellerini küçülten ve ona hak etmediği seçim sistemine saygı özelliği bahşeden yaklaşımın kendisindedir. Son olarak… Ayrıca ve işin ironik tarafı “Erdoğan elinden gelini yapar iktidarı vermemek için ama iktidarı da eni sonu vermek zorunda kalacaktır” demek, görünüşte daha umutvar gözükse de kitleleri bir başka argüman aracılığıyla yine pasifizme/atalete sürüklemektir. Oysa temel mesele umut ya da umutsuzluk meselesi değildir. Değiştirmek, müdahale etmek, mücadele etmek perspektifli gerçekçi bir analiz yapmaktır. Zira hakkına kararlılıkla sahip çıkan bir halkın karşısında, hiçbir kötü plan kolaylıkla yaşam hakkı bulamaz. “Bu iktidar sandıktaki iradeni yok saymak için elinden geleni yapar” demek; “bekleme, buna hazırlıklı ol, izin verme, sonun kadar hakkını savun” demektir. Asla bir atalet kaynağı değildir. Bilakis sürece kitlesel bir sahip çıkma çağrısıdır. Peki ya “AKP seçimin ortaya çıkardığı iradeyi yok saymak isteyecektir ama buna rağmen eninde sonunda tanımak zorunda kalacaktır” demek; kitlesel seferberlik mi yoksa kitlesel atalet mi yaratır?...