Odasını en çok “sarı” rengiyle bütünleştiren ressam Van Gogh’tu. Dali ise renklerin canlılığı, çıplak kadın ve saat ile zamana meydan okuyan bir ressamdı. Virginia Woolf ise kadınlara “kendinize ait bir oda” yaratın diye seslenmişti. Şekil 1 Resim: Orhan Gazi Binboğa'ya aittir. Altüst edici sınırlarda, her şeyin sınırsız bir belirsizlikle bezenmiş olduğu post-modern üst anlatılar çağında, kurgusal dolayımların insan hayatını etkilemiş olmasıyla yüzleşiyoruz.  Kurgusal dolayımlar bu noktada, daha çok gündelik hayattaki etkilerin insan ruhundaki izleridir. Sokaktaki karşılaşmalar, bir yolculuğu deneyimlemek, zaman ve mekân algısında yaşanmış olan kopukluklar, insan ilişkileri, yerleşik güçlerle sürekli tartışma halindeki insan varlığının, bazen acımasızlığı bazen de yaşama tutunma halinde incinmeden ve incitmeden savunma mekanizması çoğu kez bir duvar gibi, “çırılçıplak” karşımızda: “Kötülük”. Kötülükler evreni, daha çok zıtlıklar anlayışlarında üremiştir. Yani, mutlak bir iyi olmadan, kötülüğü deneyimlemek gibi…vb Ancak, konu zıtlıklardan ziyade, gündelik hayatta karşılaştığımız ve insan ruhunun derinlerinde başka boyutların, kurgusal dolayımların yaşanıyor oluşudur. Örneğin, rüyalar gibi.  Rüya görmeye başladıktan sonra ki evre: Yeniş Düşmek gibi. Ursula K. Le Guin’e göre, rüyalarını hatırlamayanlar daha çok, “o kadın yenik düşmüşlerden sayılacaktır; galipler ise politikacılar, işadamları, bilimadamları, yazarlar ve askerlerdir” görüşü, erkek-egemen bakışın da bir yansıması olarak görülebilir. Deriz ya genelde, “sen bunu anca rüyanda görürsün.” Bilinçdışı bu bağlamda, sürekli bir başarı hikayesi arar. Bu yüzden rüyalar da unutulur. Siyasal olanın doğası, bu düzensizliği “kötülükler” evreni ile olağanlaştırır. Mutlu olmadığımızda bu düzensiz ve huzursuzluk hali toplumların olağan hayatlarına sirayet eder. Her birimiz, bu sefer rüyalarımızı anlatmaya çekinir duruma geliriz. Çünkü mutlaka, kazanan birileri olmalıdır. Ursula Le Guin, işte o çarpıcı cümleyi kurar, “Kadınlar, Rüyalar ve Ejderhalar” eserinde: “Seyyahlar/kendi yolculuklarını anlatırlar, sizinkini değil.”  Temel yaşam döngüsünü sıralamak ya da betimlemek için, artık doğrusal çizgi anlayışından, belirsizlik algısının ve yaşam döngüsünün dinamiğini resmeden “kalp atışları grafiğine” geçilmiştir. Doğum          Yaşam Deneyimleri        Ölüm Doğrusal yaşam döngüsünü çizerken bile, el titrer ve ortaya yaşam deneyimlerinin sonsuz istikrarla devam edemeyeceği gerçeği ortaya çıkar. İkincisi ise, kalp atışları yaşam döngüsüdür ki, insan hayatının yaşamla ölüm arasındaki gel gitlerini resmeder. Gerçek hayatta deneyimlediğimiz ise, kendisi kalmanın çok araçlı anlamlarında; fikir, ruh, beden gibi, gerçekten “dişil” ve “eril” kalabilmenin yollarıdır. Buradaki vurgu daha çok, gündelik hayatta deneyimlenen “etki alanlarının” çoklu ve hatta çokyüzlülükten tekil/homojen baskı alanlarıdır. Gelecek ve türevlerinin yaygın bir mühendislik örneğinin en baskın hali, ev içi oda ve sınıf kavramının yeni “otoriter ve baskı” alanları oluşturmasıdır. Bizim ülkemizde, çok yaygındır bu. Yeni evlenen çiftler, aileleriyle birlikte kız tarafı-oğlan tarafı diyerek, hemen salonları için mobilya bakar, yatak odası alınır. Sıra beyaz eşya seçimi kavgasına gelir. İşler bununla sınırlı kalmaz. Gelecek olanlar için, açılan kapanan koltuklar…vb Anlayışla karşılamak gerekir tabii buna itiraz yok. İtiraz şudur: Gündelik hayatta, sizin en çok yaşayacağınız ve eşyaya da anlam yüklediğiniz, hatta çoğu kez “siz” ve “biz” olmak istediğiniz bir süreçte, insan ruhu bu olağan “otoriter ve baskı” aygıtlarıyla ne kadar yaşayabilir? İşte tartışma burada başlıyor: “olağan baskılar”. Gündelik hayatta karşılaştığımız bir diğer konu da sınıf kavramının gündelik hayatta “odadaki” canlı yaşam sahasıdır. Perdesinden hatta belki perde de yoktur, yatak odasından, örtüsünden vesaire. Sadece bunlar değil elbette: Düzen ve düzensizlik, dizayn ya da kaos. Bu dünyaya gelme amacımız, insan ruhunun ve bedenin bütünlüğünün “varoluş” kadar önemli bir dile sahip oluşumuzdur. Martılar, “uçmayı öğrenmişti” bugüne kadar, fakat bir konu daha vardı, “özgürlük, cehaleti kırmak, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanmak.” Çiftler eve geldi, oturma odası, mobilya salonda. Peki, bunun tersini düşünebilir miyiz? Yatak odası salonda, büyük boy tablolar, şamdanlar…vb Misafiriniz geliyor ilk olarak yatak odasını görüyor. Hemen yönlendiriyorsunuz ve kendileri için hazırlamış olduğunuz oturma odasına yönlendiriyorsunuz. Gündelik hayatta sirayet eden “etki ve baskı” sahalarını genişletmek elbette mümkün. Kötülüğü aşmak: “ODA”. Odasını en çok “sarı” rengiyle bütünleştiren ressam Vincent Van Gogh’tu. Dali ise, renklerin canlılığı, çıplak kadın ve saat ile zamana meydan okuyan bir ressamdı. Feminist ekol kadın yazar, Virginia Woolf ise, kadınlara “kendinize ait bir oda” yaratın diye seslenmişti. Acaba, kendi evimiz tarafından ne kadar “köleyiz?” Aylar, günler, haftalarca “aynı” dememek için, çayını al, odana geç, “ayıp değil”. “Özgür müsün?” ya da bilmiyorsun. Ressamın iyi niyeti burada başlıyor. Çocuklara oyun, üşümesin diye kuşlara yuva! Saman alevi gibi, kötülüğü aşmaktır!