Gareth Jenkins Son günlerde Türkiye’nin Suriye hükümetiyle diyalog kurmaya ve ülkedeki iç savaşı sona erdirmeye yönelik yaptığı çağrıların temelinde esasen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2023 Haziran’ında ülkesinde yapılacak meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kendi siyasi geleceğine ilişkin korkuları yatıyor. Bu çağrılar, öte yandan, Türkiye’nin Suriye politikalarının muazzam bir başarısızlıkla sonuçlandığının sessiz bir itirafı niteliğindedir; ki bu politikaların yarattığı ağır sonuçlar uzun yıllar boyunca Ankara’nın başını ağrıtmaya devam edeceğe benziyor. 2011 yılının başında patlak veren Suriye iç savaşı, ülke içerisindeki iktidarlarından artık tamamen emin olan Erdoğan ve partisi AKP’nin nüfuzlarını Türkiye’nin sınırlarının ötesine taşımaya çalıştıkları bir döneme denk geldi. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve bizzat Erdoğan gibi hükümetin önde gelen isimlerinin bu genişleme arzularının temelinde, dünya Müslümanlarının AKP önderliğinde birleştiği yeni bir Osmanlıcılık hayalinde filizlenen Müslüman ve Türk üstüncülüğü anlayışı yatıyordu. İlk başlarda Erdoğan ve Davutoğlu bu hayallerine yumuşak güç kullanarak ve eski Osmanlı topraklarındaki diğer Müslüman liderlerle kişisel ilişkiler geliştirerek ilerlemeyi denediler. Ne var ki Ortadoğu, ‘Arap Baharı’ adı verilen depremle derinden sarsıldığında taktik değiştirerek bu ayaklanmaları, aşağıda anlatacağım üzere, kendi işlerine gelecek şekilde betimleme yoluna gittiler. Başarıya ulaşmaları durumunda bu ayaklanmaların liderlerinin kendilerine önderlik etmesi için Ankara’dan destek isteyeceklerine yönelik mutlak bir inanca sahiptiler. Bu inanç doğrultusunda, Temmuz 2013’te Mısır’daki Müslüman Kardeşler hükümeti darbeyle devrildiğinde, AKP çok sayıda Müslüman Kardeşler üyesine İstanbul’da güvenli liman sundu ve Müslüman Kardeşler’in bölgede iktidara gelmesi durumunda bu örgütün her bir üyesinin Türk nüfuzunu bölgede yaymanın bir neferi olacağı umuduyla, örgütün davasını kendi davası olarak ilan etti. Bununla birlikte, AKP’nin görevi başındaki bir yönetime karşı silahlı bir ayaklanmada aktif biçimde rol aldığı tek yer Suriye olmuştur. AKP, buradaki isyancı Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) silah, teçhizat, eğitim ve finans desteği sağlamıştır. Böylece Suriye, AKP’nin Türkiye’yi bölgenin lideri olma iddiasını ortaya koyacağı bir saha haline gelmişti. Gelin görün ki Suriye’deki isyan güç ve mevzi kaybetmeye başladığında Erdoğan, Suriye topraklarına isyancılara destek verecek Türk askerlerini sevk etmeyi bir türlü başaramadı. Bu başarısızlığın en önemli nedenlerinden biri, Türkiye’de kamuoyundan ve Türk Genelkurmay Başkanlığından yükselen itirazlardı. Türk Genelkurmayı eskisi gibi sivil yöneticilere hükmedemiyor olsa da Erdoğan da henüz generalleri tamamen sevk ve idaresine alacak konumda değildi. Hükümetle ile yapılan özel görüşmelerde askeri yetkililer Suriye Devlet Başkanı Beşar’a bağlı güçleri yenilgiye uğratacaklarından emin olduklarını, ancak büyük zayiatlar vermekten çekindiklerini ifade ediyorlardı. Onlara göre Suriye’ye girmek işin kolay kısmıydı, asıl mesele oradan geri çıkmaktı. Suriye’deki çatışmalar şiddetlendiğinde AKP yeni bir hamlede bulunarak savaştan kaçanlara Türkiye’nin sınırlarını sonuna kadar açtı. Bu hamlenin temelinde, Esad’ın kısa sürede devrileceği, mültecilerin evlerine dönecekleri ve Şam’da kurulacak yeni hükümetin Ankara’nın liderliğine büyük bir minnettarlıkla razı olacağı inancı yatıyordu. Oysa 2014 yılına gelindiğinde isyanın yönetimi artık zayıflamış ve bölünmüş ÖSO’dan, başta IŞİD olmak üzere daha aşırı İslamcı gruplara geçmişti. Bir türlü Esad’ı deviremeyen Ankara, yapılan tüm uyarılara kulaklarını tıkayarak, IŞİD’in büyümesine etkin biçimde katkıda bulundu ve böylece örgütün Türkiye’nin sınır bölgelerinde varlık göstermesine, yabancı savaşçıların Türkiye topraklarından geçerek örgütün halifelik ilan ettiği Suriye ve Irak’a geçişlerine imkân sağlamıştı. Washington’un yoğun ve ısrarlı tekliflerine rağmen Ankara, IŞİD’i yok etmeyi amaçlayan ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerine katılmayı da reddetmişti. Ankara ile IŞİD arasındaki bu geçici anlaşma bozulduğunda ise IŞİD’in gerçekleştirdiği terör saldırılarında Türkiye’de yüzlerce insan hayatını kaybedecekti. Eski bir akademisyen olan Davutoğlu, yazıları ve süslü bir akademik dille bulunduğu dini ve milliyetçi söylemlerle AKP içerisinde hatırı sayılır bir ün ve itibar sahibi olmuştu; öyle ki çok sayıda partili bu söylemleri kendilerinin, hatta ülkelerinin haklılığının bilimsel kanıtı olarak görüyordu. Ağustos 2014’te Erdoğan cumhurbaşkanlığına seçilince başbakanlığa da halefi olarak Ahmet Davutoğlu’nu atamış, Davutoğlu’nun parti içerisinde kendine ait bir siyasi üs oluşturma çabaları karşısında henüz başbakanlık koltuğunda ikinci yılını doldurmamış olan Davutoğlu’nu görevden almıştı. Davutoğlu her ne kadar AKP’nin Suriye’ye ilişkin hedeflerinin temelini inşa eden vizyonun tasarlanmasına yardımcı olmuş olsa da, bu vizyonun uygulanmasında son derece önemsiz bir rol oynamıştı; zira bu vizyon büyük ölçüde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından ve Erdoğan’ın kontrolünde uygulanıyordu. Sonuç olarak, Davutoğlu’nun Mayıs 2016’da görevden alınması Suriye’de herhangi bir politika değişikliğine neden olmayacaktı. Asıl önemlisi, Temmuz 2016’da gerçekleşen ve pek çok yönüyle hâlâ aydınlatılmamış olan darbe girişiminin ardından gücün tamamen Erdoğan’ın ellerinde toplanmasıydı. Ağustos 2016’da Erdoğan, devlet aygıtı üzerindeki arttırılmış kontrolünü kullanarak Fırat Kalkanı Harekâtını başlatıp Suriye’nin kuzeyindeki geniş bir alanı işgal etmek üzere Türk askerlerini sınırın karşı tarafına gönderdi. Harekâtın amacı olarak da Türkiye’nin güvenliğine yönelik terör tehdidiyle mücadele gösterilecekti. Türk askerleri gerçekten de bölgede IŞİD güçleriyle çarpışsalar da asıl hedefleri yoğunluklu olarak Kürtlerden oluşan Suriye Demokratik Güçleri’ydi (SDG). Ankara’dan koalisyona katılım konusunda olumsuz cevap alan Washington, IŞİD’le mücadelede müttefiki olarak SDG’yi seçmişti. 2016’dan itibaren dört yıllık süreçte Türkiye, Suriye’ye yönelik üç büyük askeri harekât düzenledi. Bunların ikisi SDG’ye, diğeri de Esad ve müttefiklerinin eline geçmesini önlemek amacıyla, isyancıların elinde bulunan son kale konumundaki İdlib’e yönelikti. Bugüne kadar bu askeri harekâtlarda 250 ila 300 Türk askeri hayatını kaybetmiştir. Bu askerlerin yaklaşık üçte biri Şam ve müttefikleri tarafından, geri kalanı ise SDG ile girilen çatışmalarda öldürülmüştür. Bugün Türkiye, Suriye’nin kuzeybatısının 8 bin kilometrekareden daha büyük bir kısmını kontrolü altında tutarken, kendisine bağlı vekâlet güçleri ile müttefikleri de İdlib’de yaklaşık 3 bin kilometrekarelik bir alanı kontrol etmektedir. Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerin bazılarında neo-sömürgeci bir yapıdan söz etmek mümkün olsa da, Erdoğan’ın bugünkü Suriye politikasını genişlemeci hayallerden ziyade Türkiye’de gittikçe azalan halk desteğinin yarattığı endişeler belirliyor. Büyük ölçüde Erdoğan’ın kendine özgü tuhaf siyasi yöntemlerine duyduğu kibirli bir inancın sonucu olarak Türkiye’de gün geçtikçe kötüleşen ekonomik durum, Erdoğan’ın halktan aldığı desteği daha da azaltmakla kalmamış, bugün çok tehlikeli boyutlara ulaşan göçmen karşıtı duyguları da ateşlemiştir. Türkiye, kontrolü altındaki bölgelerde yeni ev yapımına hız verdi. Ne var ki altyapı, iş imkânları ve güvenlik gibi temel unsurların yetersiz olması nedeniyle oldukça az sayıda mültecinin ülkelerine dönmesi beklenmektedir. Kürt Halk Savunma Birlikleri (YPG) egemenliğindeki SDF’ye yönelik saldırılarında ise Erdoğan, en azından iç kamuoyu desteği bakımından, çok daha başarılı olmuştur. YPG’nin kendisi ve bazen de Washington açık açık aksini iddia etse de YPG, 1984’ten bu yana Türkiye’de genellikle kanlı bir isyan yürütmekte olan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile ilişkilendirilmektedir. Koalisyon güçlerine katılmayı reddederek ABD’nin SDF ile ittifak kurmasından kısmen de olsa Ankara sorumlu tutulabilir. Washington’un verdiği eğitim, silah ve teçhizat sayesinde SDF, Suriye’nin kuzeyinde kontrolü altındaki toprakları bir hayli genişletmiş, bu sayede Türkiye sınırında Ankara’nın ulusal güvenliğine yönelik tehdit olarak nitelediği uzun bir hatta sahip olmuştur. İşin özünde SDF’nin Türkiye’ye saldırmaya yönelik planları olduğuna dair herhangi bir göstergenin olduğu söylenemese de, Türk ordusunun son derece üstün askeri gücüne karşı SDF’nin bütün umudunu sınır boyunca uzanan düz arazinin sunduğu asimetrik savaş imkânına bağladığını da belirtmek gerekir. Bununla beraber yapılan kamuoyu yoklamaları, SDF’ye yönelik askeri operasyonların Erdoğan’ın oylarını artırdığını göstermektedir. Erdoğan’ın Esad’a doğru attığı bu adımı, iki ülkenin istihbarat servisleri tarafından uzun zamandır gizli olarak yürütülen temasların yoğunlaşması izledi. Görünen o ki, gelecek yıl yapılacak meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanan Erdoğan, Esad’ın isyancılarla iktidarı paylaşmayı içeren bir anlaşmaya varacağına, bu sayede Türkiye’deki mültecilerin evlerine döneceklerine, Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin varlığını sürdürmesini kesinlikle istemeyen Şam ile müttefikleri Rusya ve İran’ın Ankara’yla el ele verip SDF’yi ortadan kaldıracağına kendisini bir şekilde inandırmış durumda. Oysa böyle bir ihtimal pek söz konusu değil. SONUÇ: Esad rejimi en başından beri, Türk askerinin Suriye topraklarından tamamen çekilmesini olası bir anlaşmanın ön koşulu olarak belirtmiştir. Suriye’deki yeni yönetim yapısına isyancıların katılımını garanti altına almayan bir anlaşmaya varmak ise Erdoğan için utanç verici bir yenilgi olacaktır. Pek olası görünmüyor da, varsayalım ki Esad iktidarını paylaşmayı kabul etti; peki kiminle? Bu bile belli değil. Suriye’deki savaşın sona erdirilmesi kendilerini Türkiye’de artık güvenli hissetmeyen mültecilerin bir kısmını muhtemelen dönüşe teşvik edecektir. Fakat bu insanların büyük çoğunluğu, şartlarının iyileşmesi umudu içerisinde Türkiye’de kalmayı tercih edecek ve bir noktada artık Türk toplumuna entegre olma ihtiyacını hissedecektir. Türkiye eğer ki Suriye’deki askeri varlığını sürdürürse, ülkesinin ekonomik kaynaklarını bu uğurda tüketmekle kalmayacak, aynı zamanda ülkenin uluslar arası ilişkilerini de bozmaya devam edecektir; bilhassa da Türk işgalini Osmanlı’nın intikamının bir tezahürü olarak gören Arap ülkeleriyle. Öte yandan, Türkiye çekilmeye karar verirse, Suriye’deki isyancı güçler baş koruyucularını kaybetmiş olacaklar. Esad rejimi bu güçlere güvenlik garantileri verse bile bu garantilere ne ölçüde inanılabileceği de ayrı bir muamma. Bu durumda isyancıların önünde iki seçenek kalır: Suriye’de kalıp büyük ihtimalle öldürülmek ya da sınırı geçip Türkiye’ye kaçmak. Bu isyancılar arasında aşırılıkçı görüşlere sahip olanların oranının da bir hayli yüksek olduğu düşünüldüğünde, bunların Türkiye’ye gitmelerinin iç güvenliğe ve toplumsal istikrara ne ölçüde katkıda bulunacağını kestirmek de zordur. An itibariyle Türkiye dışında gidebilecekleri başka bir yer de yok gibi görünüyor. (Bu yazı https://www.turkeyanalyst.org/publications/turkey-analyst-articles/item/690-hostage-to-hubris-turkey%E2%80%99s-long-road-ahead-in-syria.html adresinden Hasan Kaya tarafından çevirilmiştir.)