AKP’nin Türkiye’de sağın iki önemli fay hattı olan İslamcı ve Ülkücü tabanı nasıl konsolide ettiği ve dolayısıyla yıllardır Türkiye’de parçalanmış durumda olan sağın birleştirdiği tartışılan bir konu. Deniz Karakullukçu AKP’nin her iki görüşü de barındıran rejiminin geldiği noktayı yazdı.
Türk sağında, tarihsel olarak iki güçlü ve belirgin hat bulunmaktadır. Bunlardan biri muhafazakârlık diğeri ise milliyetçiliktir. Bunların marjinal ideolojik tezahürleri ise İslamcılık ve ülkücülüktür. Öte yandan, her iki hat da yakın zamana dek ana akım sağ siyaset içerisinde makbul ve meşru bir pozisyona sahip değildi.
Milliyetçiliğin küresel bir fenomen haline geldiği ilk dönemlerden bu yana, din ve millet, Türk üst kimliğini belirleyen iki temel kavram olmuştur. Dahası, her iki kavram da toplumu kompartımanlara ayıran değil, doğrudan içine sirayet ederek çevreleyen bir pratiğin parçası olma iddiasını taşımıştır. Öte yandan, milliyetçiliğin, toplumun kompartımanlaşmasına karşı kurguladığı bu birlikçi anlatı, aksine, toplumu içeriden parçalayan bir popülist dalgayı beraberinde getirmiştir.
Aslında, din referanslı millilik söyleminin baskın olduğu bir siyasi anlatının, toplumun geniş kesimlerinde her zaman karşılığı vardı. Ancak devlet aygıtı, bu iki siyasi çizginin bağımsız birer siyasi özne olmasını engelliyordu. Bu hem siyaset içerisinde hem de toplum nezdinde olağan, kabul edilmiş bir olguydu.
Yukarıda da vurgulandığı üzere, mevzubahis din referanslı millilik söylemi, geniş halk kitleleri içerisinde karşılık bulmuş olsa da bu anlatı, ana akım sağ siyaset içerisinde kurucu bir statüye sahip değildi. Günümüzden farklı olarak, o dönem baskın olan merkez-sağın omurgası kalkınmacılığa dayanıyordu, fakat Türk sağına kemik bir taban oluşturan asıl unsur, Erken Cumhuriyet’in etno-seküler ulus inşa politikalarına bir reaksiyonu temsil eden din referanslı millîlik söylemi idi. Bu söylem, sağ partiler tarafından yerel düzeyde faydacı bir perspektiften hareketle araçsallaştırılıyordu.
Doğrusu, insanların siyasi tercihlerinde asıl kulak verdiği, yani onları harekete geçiren asıl söylem tam da buydu. Hatta paradoksal gözükse de millilik söylemi ve dini referanslar, katı ve dışlayıcı bir sekülerizmi temsil ettiği söylenen devlet kurumlarının ve ordunun sıklıkla kullandığı unsurlardı.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, devletin, halkın bu eğiliminin farkında olması ve hem bu eğilimi kendi tekeli altına alarak araçsallaştırma isteği hem de bunun marjinal gruplar tarafından bir kitleselleşme aracı olarak kullanılmasını önleme çabasıdır. Buradan harekele devlet, bu dalganın önüne kendi ideolojik aygıtlarını kullanarak adeta bir set çekmişti. Bu durum, ilerleyen yıllarda müesses nizamın gücünü yitirmesi ve kamusal itibarının zedelenmesiyle bu setin yıkılıp içinde biriken biçimsiz ideolojik dalganın taşmasına sebep olacaktı.
Bu, uzun ve gelgitli bir sürecin sonucuydu. Öte yandan, söz konusu marjinal hareketler gerek sivil toplumda gerek konvansiyonel siyaset içerisinde gerekse de ciddi bir taban örgütlemesiyle çok sayıda engellemeye rağmen varlık gösterebilmişti.
Genel kanının aksine, ülkücülüğün kitleselleşmesinin başlangıcı da dini referansları siyasi söylemine katmasıyla başlamıştı. Örneğin, ülkücülüğün “Başbuğ”u Türkeş, hareketin manifestosunu “
sizi Allah yoluna çağrıyorum” diyerek başlatıyor, 1966’da Kral Faysal ile yaptığı görüşmede İslam Birliği’nin gerekliliğini dile getiren ilk Türk siyasi lider oluyordu. 1990’da yaptığı bir konuşmada “Türk milletinin en büyük eseri Osmanlı İmparatorluğudur” diyen Türkeş, davasını, “Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti” sözleriyle özetleyecekti.
Buna rağmen, Türk milliyetçileri ve İslamcılar arasında uzun süreli bir antagonizm hakimdi. Bu karşıtlık, özellikle İslami hareketin kendi öz değerlerinden taviz verip kendilerini tarihsel olarak marjinal görünümlerinden sıyıracak çeşitli ittifaklar (mesela sol-liberal aydınlarla) kurmasıyla daha da belirginleşti.
Bunun bir örneği, Türk sağının büyük hattı olan İslamcılığın, yakın zamana dek Türk üst kimliği, Kürt meselesi, azınlık siyaseti hatta bizzat milliyetçiliğin meşruiyeti gibi önceden tartışılmaz görülen konularda yaşanan kamusal tartışmaları siyaset düzlemine taşımasında görülüyor. Bu durumun siyasal düzlemdeki izdüşümü AK Parti’de kendini gösteriyordu. AK Parti, Türk sağının iki hattının da geleneksel anlatısından uzak durarak ne toplumu etno-kültürel milliyetçilik perspektifinden ele alan bir yaklaşım sergiledi, ne de bunun karşısında tarihsel köklerine sığınarak ümmetçi bir söylemi öne çıkardı.
AK Parti’nin, özellikle 2010 referandumundan sonra ve 2011’de topluma sunduğu siyasi ajandanın bir kez daha tasdik edilmesiyle birlikte, Eski Rejim karşısında elinin rahatladığını görüyoruz. Bunun sonucunda İslami hareketten gelen kişiler bürokrasi ve diğer devlet aygıtları içerisinde kendilerine yer bulmaya başladı.
AK Parti, Türk sağının iki hattının da geleneksel anlatısından uzak durarak ne toplumu etno-kültürel milliyetçilik perspektifinden ele alan bir yaklaşım sergiledi, ne de bunun karşısında tarihsel köklerine sığınarak ümmetçi bir söylemi öne çıkardı.
Dahası, İslami çevreler çeperinde yeni bir aydın sınıf ve bürokratik zümre yaratma, medyada aktifleşme ve yüksek öğretim düzeyinde açılan kurumlar gibi çabalar baş gösterdi. Bu süreçte liberal demokratik değerler, İslami kesime bürokratik vesayet karşısında ve sivil siyasetin güçlendirilmesi hususunda kendilerinin üretmeye muktedir olmadığı normatif bir çerçeve sundu.
Öte yandan, parti içerisinde hem halk desteğini yitirmeyerek meclis çoğunluğunu ve yerel yönetimleri elde etmenin, hem de bürokratik vesayeti kırarak kurumlara nüfuz etmelerinin önünün açılmasıyla birlikte yeni bir hedef boy gösterdi. Bu hedefin iki kaynağı vardı:
Bunlardan ilki, AK Parti’nin siyasi anlamda muktedir olmanın verdiği rahatlıkla Batılı, seküler ve liberal demokratik söylemi terk ederek kültürel iktidarı ele geçirme özgüvenini kazanması, diğeri ise Suriye’den gelen kitlesel göç hareketinin yaratacağı muhtemel olumsuz etkileri, Arap Baharı’nın bölgede yarattığı İslami demokratik dalganın da yardımıyla “ümmet” söylemi çatısı altında yedirip toplumdan gelecek olası bir milliyetçi reaksiyonun önünü almaktı. Buradaki bir diğer kayda değer konu, AK Parti’nin ana söyleminde ilk defa sağ geleneğin mitleri karşısında aldığı renksiz ve nötral tavırdan uzaklaşıp, Türk sağının iki ana hattından birini diğerine karşı araçsallaştırmasıdır.
Bu süreçte hem milliyetçiliğe hem de eski elite karşı araçsallaştırılan liberal demokratik normlardan bir sapma olduğu gibi, aynı zamanda İslami söylem yeniden benimsenerek milliyetçiliğe karşı set çekme tutumu karşımıza çıkıyor. Bu aşamada AK Parti, farklı bir diskur benimsese de hâlâ milliyetçilikle bir bütünleşme süreci içerisinde değildi. Parti, evrenselci-liberal değerlere kıyasla yerel değerlere bağlı ve Türk sağına içkin tikel bir hat üzerinden milliyetçiliğe karşı yeni bir hat örgütlüyordu. Milliyetçiler ise bu süreçte kendilerini İslamcı karşı-devrimin karşısında konumlanan bir alternatif olarak sundu.
BÜTÜNLEŞMENİN KAYNAKLARI
Her şeye rağmen AK Parti, kurulduğu ilk zamanlardan beri içerisinde milliyetçi-muhafazakâr unsurları barındırmış bir partiydi. Liberal aydınların AK Parti’nin ilk yıllarına dair yanılgısı, parti içindeki demokratik hattın her zaman bu milliyetçi-muhafazakâr unsurlara karşı daha baskın çıkacağı yönündeydi.
Ancak gelinen süreçte, parti içinde sayısal anlamda baskın olan, ancak parti elitinin tercih ettiği söyleme uyum sağlayan bu unsurların, bunca süredir altta yatan ve varlığını yitirmeyen milliyetçi-muhafazakâr nüveyi hızlıca yeniden benimseyebildiği görüldü. Burada yine görüyoruz ki, AK Parti de uzunca bir süre Türk sağının söylemsel dikotomisini yaşamış ve doğal tabanının benimsediği fikir ve anlatıyı ana akım kamusal söylemi içerisinde kullanmayıp bunu yerel pratikleriyle sınırlandırmıştır.
AK Parti’deki bu dönüşümün başka sebepleri de vardı. Gezi Eylemleri (2013) sonrası dönemde, AB ve desteklediği sivil toplum AK Parti karşısında bir tavır aldı. Gerek AB uyum sürecinin sekteye uğraması, gerekse de çözüm sürecinin başarılı olamaması ve buradan hareketle de geleneksel seçmeni kaybetme korkusunun baskın çıkmasıyla birlikte AK Parti, AB’nin Türkiye’deki ideolojik temsilcileriyle kurduğu söylemsel ittifakın kendisine reel bir faydası kalmadığını gördü.
Türkiye’deki çoğu siyasi grup kendisini öyle ya da böyle “millilik” ve “milliyetçiliğe” referans vererek tanımlar ve buradan hareketle de asıl ve doğru olan milliyetçiliği kendisinin temsil ettiğini iddia eder.
AK Parti’nin özellikle 2013’ten sonra diskur desteği aldığı entelijansiyayla ve uluslararası müttefikleriyle arasının açılmasından sonra yaşadığı söylem değişikliğinin yanı sıra, devlet bürokrasisi içinde iktidarı ele geçirme sürecinde ittifak kurduğu Fethullahçılar’la ayrışması da önemli dönüm noktalarından biridir. Yeni bir kamu bürokrasi oluşturma projesinin bu ayrışma ile boşluğa düşmesi, AK Parti’yi hâlihazırda örgütlü ve merkeziyetçi bir kadroya sahip bir siyasi hareketle ittifak kurmaya itti.
Öte yandan, aynı dönemde çözüm sürecinin devlet ve toplum nezdinde güvenlikçi dürtüleri tetiklemesiyle birlikte MHP yeniden kamusal meşruiyet kazanmaya başlamıştı. Çözüm süreci sırasında, Kürt siyasi hareketinin önündeki engeller ve baraj sorunu sebebiyle AK Parti’ye oy veren Kürtler HDP’ye kaymış, milliyetçi-muhafazakâr bir siyasi çizgi benimsemesine rağmen Türk sağının büyük ve kuşatıcı partisi olan AK Parti’ye oy verme eğilimde olan geleneksel seçmen ise milliyetçi ve güvenlikçi dürtülerle MHP’ye yönelmişti.
2015 seçimlerinde meclis çoğunluğunu kaybeden AK Parti hem bahsettiğimiz kadro eksikliğini giderecek hem ülkenin güvenliğini sağlayıp “ulusun menfaatlerini koruma” söylemini yeniden tesis edecek, hem de bu doğrultuda Kürt siyasi hareketini gayrimeşru kılmak pahasına siyasi çıkar sağlayacağı bir kutuplaşma ortamına kapı aralayacak şekilde MHP’yle bir ittifak kurdu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, tarih boyunca milliyetçilik, Türkiye’deki kamusal anlatının “doğal iyisi” olmuştur. Türkiye’deki çoğu siyasi grup kendisini öyle ya da böyle “millilik” ve “milliyetçiliğe” referans vererek tanımlar ve buradan hareketle de asıl ve doğru olan milliyetçiliği kendisinin temsil ettiğini iddia eder. Bu nedenle milliyetçilikten uzaklaşmak, hezimetle sonuçlanabilecek ciddi bir siyasi risk barındırmaktadır. Bu bağlamda, CHP’nin, özellikle de yeni gelen parti elitinin, 2010’lardan başlayarak ulusalcı (milliyetçi, devletçi ve tepeden inmeci seküler) tutumundan uzaklaşması, Türk sağının milliyetçiliği tümüyle tekeline almasına giden sürecin önemli dönüm noktalarından biri oldu.
Bir diğer kayda değer gelişme ise, özellikle 15 Temmuz sonrasında, bir iç düşmanla karşı karşıya olmanın getirdiği, paranoyaya varan bir korku ikliminin oluşmasıydı. Düşmanın “dış güçlerin” güdümünde olduğu algısı, yerlilik-millilik ve bağımsızlık kisvesi altında “Batı”dan soyutlanma söyleminin de fitilini ateşleyen faktörlerden biriydi.
Cumhur İttifakı’nda cisimleşen popülist anlatı, toplumu aynı zamanda birbirine yabancılaştırıyor ve kendi içinde parçalayıcı bir muhteva barındırıyor. Böylesi bir anlatı farklı toplumsal grupları devlete de yabancılaştırıyor.
2017 referandumunda ise Cumhur İttifakı’nın temsil ettiği söylem merkezinde bir lider kültü oluşturan Erdoğan’ın başlı başına devletin “ruhunu” benimseme iddiası taşıdığını görüyoruz. Bununla beraber, rejimin eklektik mitosunu destekleyen yeni semboller de kamusal dolaşıma girmeye başladı. İlk defa Osmanlıcı imgelerle klasik milliyetçi hattın sembollerinin, örneğin tuğra ile üç hilâlin, Türk sağının iki ana hattı tarafından da aynı anda benimsendiğine şahit oluyoruz.
Öte yandan, ülkücü çizgideki Türk milliyetçiliği, tarihsel süreç içerisinde siyasal söyleminde İslami unsurlara dönem dönem artan şekilde yer vermiş olsa da aynısı İslamcılar için tarihin hiçbir noktasında söz konusu değildi. Ancak geleneksel Türk sağcısının, çeşitli dönemlerde, bu iki siyasi hattın birbirinden bağımsız olarak üzerinde hak iddia ettiği sembolleri benimsediği ve içselleştirdiğini söylemek mümkün.
Diğer taraftan, ilk defa bu iki siyasi hattın, temel özne olarak (örneğin Milliyetçi Cephe hükümetlerinde koalisyonun küçük ortağı olmalarının aksine), veya bir zorunluluk taşımadan (örneğin 1991 seçimlerinde MÇP’nin Refah Partisi listelerinden seçime girmesinin aksine) bilinçli ve istikrarlı bir ortak hat kurduklarını görüyoruz. Bu siyasi bileşke, her iki geleneğin seçmenini tek potada eriterek Türk sağında bütünleşik bir milliyetçi-muhafazakâr taban oluşturdu.
Bu yeni tabanın Cumhur İttifakı’na sarsılmaz bir inançla bağlı olmasının en önemli sebebini, aktif olarak bir düşmanla savaş hâlinde oldukları ve günlük hayatta yaşadıkları somut problemlerin buna bağlı olduğu düşüncesiyle ilişkilendirmek mümkün. 2018 seçim kampanyasında Cumhur İttifakı bileşenlerinin millilik ve gayri-millilik ikilemi içerisinde terör örgütleriyle sözümona “Zillet İttifakı”nı ve tabanını aynı potada erittiğine şahit olmuştuk. Buradan yola çıkarak muğlak bir milli olma durumunu tekelleştiren ve karşıt her siyasal pozisyonu ulusa düşmanlık olarak nitelendiren ve şiddetlenerek devam eden bir anlatı benimsendi.
BİR SAVRULMANIN ANATOMİSİ
Sorulması gereken sorular şunlar: Bu bütünleşme ne kadar sürecek ya da sonlanacak mı? Böylesi bir bütünleşme süreci pragmatik bir birlikteliğin sonucu mu yoksa organik bir birlikteliğin mi? Örneğin, liberallerin AK Parti ile kurduğu siyasi birlik büyük oranda pragmatik bir temele dayanıyordu. Bu birliktelik, yargı ve bürokrasi içindeki “vesayet odaklarına” karşı sivil hükümetlerin ve siyasetin savunusu olarak tezahür ediyordu.
Buradaki anlatı, siyasi ilkelere dayalı, insanlara duygudaşlık sunmayan soyut bir düzlemde kalıyordu. Öte yandan Cumhur İttifakı’nın kendi içerisinde, komünal bağlara dayalı bir duygudaşlık sunan bir din ve millet
ethos’u var. Sağ siyasetteki bütünleşmeyi güçlü kılan da aslında bu gibi gözüküyor. Eğer bu bütünleşme organik ise AK Parti ve MHP’nin seçimi kaybetmesi durumunda bundan kopuş yaşanıp yaşanmayacağı da irdelenmesi gereken önemli bir konu.
Doğrusu, mevzubahis bütünleşme aslında bir toplumsal savrulmanın göstergesi ve bu savrulma, Cumhur İttifakı’nın seçimleri kaybedip dağılması durumunda sağın daha marjinal kesiminde yer alan partilere alan açılmasına neden olabilecek bir popülist savrulmayı tetikleyebilir. Bu durum, uzun vadede Türk sağının demokratik bir hattan kopuşuna ve yine Türk sağının ana akımının daha da marjinalleşmesine sebep olacaktır.
Görünen o ki Cumhur İttifakı’nın dağılması durumunda, asıl mağlup milliyetçilik değil muhafazakârlık olacak. Bu seçimin muhalefet tarafından kaybedilmesi durumunda da, aynı şekilde, toplum yine marjinal siyasi partilerin yükselmesinde kendini gösterecek şekilde bir savrulmaya maruz kalacak gibi görünüyor. Cumhur İttifakı ve onda bütünleşen siyaset ile geçirilecek bir dönem, muhaliflerde bir yılgınlık yaratabilir ve günün sonunda hezimete uğramış muhalif seçmenin bir bölümünü ana akım siyasetin çok daha marjinal bir noktasında konumlanmış siyasi hareketlere itebilir. Görünen o ki Türk sağındaki bu bütünleşmenin toplumsal kitleler ve siyaset üzerinde yarattığı bu ruh, her durumda belli toplumsal kesimlerin savrulmasına yol açacak derin bir yapısal travma yarattı.
Mevcut duruma tekrar dönmek gerekirse, Cumhur İttifakı’nda cisimleşen popülist anlatı, toplumu aynı zamanda birbirine yabancılaştırıyor ve kendi içinde parçalayıcı bir muhteva barındırıyor. Böylesi bir anlatı farklı toplumsal grupları devlete de yabancılaştırıyor. Bilhassa bu bütünleşmenin ve toplumda estirdiği rüzgârın, iktidarın statik sınırlarla belirlediği millilik şemsiyesinin dışında kalan muhalif kitleler üzerinde yarattığı bir psikolojik buhran da söz konusu.
Türk sağının bütünleşmesi içerisinde sunduğu siyasi diskur, gerek sivil toplum içinde toplumsal kitleleri birbirinden ayrıştırıyor, gerek de sivil toplumdaki belirli gruplarla devlet arasında, özellikle siyasal aidiyet bağlamında bir kopuşa yol açıyor. Dahası, farklı grupların bireysel varoluşunu niteleyen kültürel kimliklerini tanımıyor.
Yazının başında da iddia edildiği üzere teoride kompartımanlaşma karşıtı olan bu hikâye, günün sonunda elimizde ayrışmalar nedeniyle lime lime edilmiş bir toplum bırakıyor. Kısacası, Türk sağının Cumhur İttifakı ile tezahür ettiği bu yeni ve bütünleşik biçimi, toplumu tabiri caizse paramparça ediyor.
Öte yandan, Türk sağında yaşanan bu bütünleşme o denli kuşatıcı bir etkiye sahip ki muhalefette bile makbulün ve meşruluğun sınırlarını sağ unsurlara yer vermek belirlemeye başladı. Muhalefetin başkalaşan Türk sağının söylemine bir antitez geliştirmek yerine merkezde olduğunu varsaydığı gri ve makul bir alanı hedeflemesi, bir yandan da kendisini bu alana sıkıştırarak siyaset düzleminin geri kalanını yeni sağ anlatının işgaline terk ediyor. Örneğin, savunma sanayi tartışmaları, başkalaşan ve bütünleşen Türk sağının ideolojik bir söylemi olmasına rağmen devlet aygıtları tarafından kamuoyuna eleştiriden azade bir norm olarak kabul ettirilme çabası da bunun bir yansımasıdır.
Dahası, özellikle CHP’nin milliyetçilik iddiasını kamuoyu gözünde yitirmesinden sonraki süreçte, CHP’den tasfiye olan veya kendi iradesiyle uzaklaşan ulusalcıların da bu yeni Türk sağının dolaylı ve konjonktürel destekçileri olduğu ve bütünleşik yerlilik-millilik söyleminin onaylayıcı unsuru hâlini aldığı görülmektedir. Seçmen düzeyinde ise, CHP’nin doğal tabanı olan kentli, seküler ve Atatürkçü kesimin, önceden Türk sağının ideolojik kesimlerinden birini temsil eden, hatta örgütsel düzeyde 12 Eylül öncesinde CHP ile çatışmış bir siyasi hareketin önde gelen isimlerinin kurduğu İYİ Parti’ye teveccüh göstermesi de Türkiye’nin kendini sağın dışında konumlandıran en kitlesel partisinin irtifa kaybını göstermesi bakımından önemli bir gelişmeydi. Gelinen noktada, İYİ Parti’nin Altılı Masa’dan ayrılması sonucunda iki partinin gelecekteki ilişkisinin nereye evrileceği, seslendikleri ortak seçmen kitlesinin Meral Akşener’in aldığı yeni pozisyona nasıl reaksiyon göstereceği ve bütün bunların geniş Türk sağındaki kompozisyonu ne şekilde etkileyeceği büyük merak konusu.
Sonuç olarak, sağdaki bütünleşme süreci ve beraberinde getirdiği dönüşüm, yakın dönem Türkiye siyaseti içerisinde önemli dönüm noktalarından birini teşkil ediyor. Gerek sivil toplumda gerek de siyasal alan içerisinde yaşanan bu süreç, bir çeşit savrulma olarak görülebilir. Bu organik birlikteliğin ne zaman bir çözülme sürecine gireceği meçhul olsa da yarattığı popülist dalganın, sivil toplum kültürünü siyasal işgale açtığı gibi kitleleri de siyasi nihilizme sürükleyen bir savrulmaya itmesi mümkün.