Çuvaldızı kendine batıramamak, sorunlar yumağının çeşitlenmesine ve/veya sosyolojik yapıdan ekonomiye, dış politikadan adalete kadar uzanan geniş bir alana metastaza sebebiyet vermiştir. Siyasetin karşı karşıya olduğu bu açmaz hiç şüphesiz ki hem ülke insanını hem de asli görevi topluma hizmet etmek olan siyasetçileri kısır bir döngüye sokmaktadır. Söz konusu bu durumla yüzleşmenin ve uyumlanmanın zaruriyetini kabullenmek yerine ‘dışarıdan’ mütemadiyen suçlu transfer etmeye çalışan bir anlayış ise ülkemizin ivedilikle çözüm bekleyen sorunlarının ertelenmesine neden olmaktadır. Türkiye’nin kronikleşen sosyolojik, ekonomik ve siyasi problemlerinin toplumun dayanma gücünün sınırlarını aşabileceği şu günlerde istisnasız her kesimin ‘iğneyi’ de ‘çuvaldızı’ da öncelikle kendisine batırması gerekmektedir. Zira, maruz kalınan tablonun ciddiyeti göz önüne alındığında da bu Türkiye için felaketten önceki son yol ayrımı olabilir. Bu yazıda ‘çuvaldız’ metaforunu ağır hasar aldığına inandığım toplum-siyaset ilişkilerini betimlemek için kullanmaya çalışacağım. Bu durumun en önemli sebebi ise çuvaldızın seçmenin seçilmişler üzerindeki kontrolden çıkan kibrini ve süper-egosunu dizginleyebilecek elde kalan son ihtar mekanizması olduğuna inanmamdır. Dolayısı ile çuvaldız, toplum-siyaset ilişkilerinde ortadan kalkan denge ve denetlemenin yeniden tesisi için elde kalan son umuttur. Nitekim, Türk siyasetinin an itibari ile içinde bulunduğu kaosu göz önüne aldığımızda bu denge unsurunda yaşanan hasarın toplumu ve siyaseti nasıl bir kaosa sürükleyebildiği çıkarımını da yapabiliriz. Çünkü; İç politika, dış politika ve ekonomi üçgeninde yaşanılan sıkışıklığın fasit çembere dönüşmesinin özetidir ‘çuvaldız’. Sosyolojik gerilimlerin, tabakalaşmanın, ekonomik krizin giderek derinleşmesinin, dış politikada yaşanan engellenemez çöküşün tek kelime ile ifadesidir ‘çuvaldız’. Göğe bakan gözlerin çakan şimşeği görmesi ve fakat sesini henüz işitmedikleri gerçeğinin çaresizce kabullenişidir ‘çuvaldız’. ‘Beterin beterinin’ sonu olmadığının ve bu gidişle de olmayacağının acı bir şekilde ortaya serilmesidir ‘çuvaldız’. ‘Coğrafya kaderdir’ söylemine sığınanların yaşadıkları körlüğü hasım gördüklerine bulaştırma isteğidir ‘çuvaldız’. Ülke sorunlarına güncel ve rasyonel çözüm üretemeyenlerin geleceğe dönük sundukları sürreal vizyonlarla sorumluluktan sıyrılma gayesidir ‘çuvaldız’. Haliyle, geçmişin bulanık ‘muhteşemliği’ ile geleceğin muhayyel ‘görkemi’ arasına toplumun sıkıştırılmasıdır ‘çuvaldız’. Aslında daha da uzatabileceğimiz bu liste siyasette alışageldiğimiz ‘yergi kültürüne’ katkı yapmaktan öteye geçmeyecektir. Ancak, seçmenin kendisine hizmet etmesi için yücelttiği seçilmişler kendisine bu statüyü sağlayan seçmenden kayıtsız şartsız ‘biat’ beklentisi içine girmektedirler. Seçmen ve seçilmiş arasındaki ilişki dinamiğinde oluşan bu çarpıklık seçilmişlerin kendilerini ‘velinimet’ olarak gördüğü bir megalomaniye tutulmalarına da neden olmaktadır. Böylesi bir algı tahribatı karşısında da Türkiye’nin döndüğü her virajın, geldiği her yol ayrımının, verdiği her kararın siyaset eliyle adeta bir ‘hayat-memat’ meselesine dönüştürüldüğü gözlemlenmektedir. Binaenaleyh, futbol takımı tutar gibi fanatikleştirilen siyasi partiler ve takımına göre ayrı tribünleri dolduran taraftarlar misali bölünen seçmenler çuvaldız mekanizmasını kullanamaz hale getirilmişlerdir. Bu durum ise ülkedeki sorunlar yumağının çeşitlenmesine ve/veya sosyolojik yapıdan ekonomiye, dış politikadan adalete kadar uzanan geniş bir alana metastaz yapmasına sebebiyet vermiştir. Ülke olarak yenilik talep ettiğimiz şu günlerde geçmişteki hataların tekrarlanmamasının önüne geçilmesi oldukça önem arz etmektedir. Bunun için hem toplumun hem de siyaset erkanının ülkeyi bu noktaya getiren hadiseler ile yüzleşmesi ve değişimin zorunluluğunu kabullenmesi gerekmektedir. İÇERİDE YÜZLEŞMEK Kriz dönemleri radikal değişiklikler yapabilmek adına önemli fırsatlar sunabilir. Türkiye’nin yüzleşmek zorunda olduğu iç-dış-ekonomi politikalarındaki sorunların çözümü için de aynı fırsatlar belirebilir. Lakin, bu değişimleri gerçekleştirmeye aday olanların da iç hesaplaşmalarını, yani kendileri ile yüzleşmelerini tamamlamaları önem arz etmektedir. Örneğin, mevcut ekonomik sorunlara ortodoks olmayan yaklaşımlarda bulunmakta ısrar edilmesinin krizi derinleştiren en önemli faktör olduğunu biliyoruz. Global finans sistemiyle bütünleşmiş, liberal prensipleri benimsemiş bir ekonomiyi ideolojik yaklaşımlarla yönetmeye çalışmanın maliyeti de ortada. Tüm bu tutarsızlıklar karşısında siyasetin, topluma önce ‘sabır ve sebat’ sonra da müsebbibi dışarıda arama telkinlerinde bulunmaktan öteye geçememesi de cabası. Zira, bu olumsuz tablonun sorumluluğunun ‘dış mihraklar, iç mihraklar, mandacılar, uluslararası finans lobilerinden’ oluşan hayali bir konsorsiyuma atfedilmesi yüzleşmekten kaçınıldığının açık bir göstergesidir. Teknokratların birçoğu mevcut duruma farklı yaklaşımlarda bulunsalar da hemen hepsinin ortak görüşü krizin yapısal bozukluklardan ziyade siyasal olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Bu durumu Türkiye’nin bir ‘ekonomi politikası yerine politika ekonomisinin olduğu’ sözleriyle özetleyen Mahfi Eğilmez Hoca bu açıklamasıyla aslında ülkenin yüzleşmesi gereken gerçeğin ‘tencerenin iktidarı devirebildiği’ bir yapıdan ‘iktidarın tencereyi devirebildiği’ bir yapıya evirildiğini vurgulamıştır. Benzer bir açıklamada bulunan eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz ise iktidarın ‘zihinsel bir karmaşa içinde olduğunu’ çünkü ‘eğer bu karmaşa olmasaydı ekonominin bu derece ağır bir durumda olmayacağının’ belirtmiştir. Bu gerçeklik karşısında muhalefet mevcut ekonomi politikalarına sert çıkışlar yapmaya ve somut adımlar atmaya başlamıştır. Özellikle, pazartesi günü Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin ekonomi kurmaylarının düzenlediği Kurumsal Reformlar Komisyonu’nun çalışmaları krizin doğru teşhisi ve en doğru tedavinin uygulanması adına çok mühim öneriler sunmuştur. Özellikle, hızla yoksullaşma ve ‘orta sınıfın’ kaybolabilme tehdidine karşı Merkez Bankası başta olmak üzere kurumlara yönelik bir hasar tespit mekanizmasının oluşturulmasında anlaşılmış olmasının çok değerli olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Dahası, ‘güçler ayrılığı’ ve ‘kurumların bağımsızlığının’ yeniden tesisine yönelik kararlılığın altının çizilmesinin de bir o kadar önem arz ettiğini belirtmek gerekmektedir. Lakin, kurumların aldığı hasarın ve oluşan enkazın kaldırılabilmesi için muhalefet bloğunun cevap arayabileceği kritik sorular bulunmaktadır: Merkez Bankası başta olmak üzere devlet kurumlarına verilen hasarın müsebbipleri hakkında nasıl bir yol izlenecek? Olası yargılamalar ve suçluların ortaya çıkarılması durumunda oluşacak ‘rövanşist’ ithamlarına karşı nasıl bir tavır alınacak? Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Dünya Bankası’nı da içeren bir dizi finansal kuruluşun kapısını çalmamız gerektiği takdirde bu duruma yaklaşımları nasıl olacak? Bu kurumlar ile ilişkilerin onarılması, ülkeye ve ekonomiye güveni artırabilmek için demokrasi, adalet, özgürlük ve insan haklarının yeniden tesisine dair taahhüt vermeye ve bunları uygulamaya ne kadar hazırlar? ‘Yüzleşmek’ zorunda olunan bu soruların cevabını ‘kabul’ olarak varsaydığımız takdirde de karşımıza normalleştirmemiz gereken bir ‘dış politika’ gerçeği çıkmaktadır. Zira, dış politikada da işlerin en az ekonomi kadar kötü gittiğini söyleyebiliriz. DIŞARIDA YÜZLEŞMEK Diplomasi, çatışma eğilimine giren aktörler arasında uzlaşı ve diyalog kanallarının açılabilmesini sağlar. Bu sayede ülkeler düşmanlıkları dostluklara dönüştürebilme şansını yakalayabilirler. Ancak, Türkiye için diplomasi ‘dost sayısını minimize-düşman sayısını maksimize’ edici bir işlevselliğe bürünmüştür. Bunun en temel sebebini de iç politikada yaşanılan ‘tıkanıklıkları’ dış politika ile ‘açmak-aşmak’ için izlenen maksimalist politikalar oluşturmaktadır. Lakin, dış politikadaki bu ‘misyon değişikliğinin’ Türkiye açısından uzun vadede ağır sonuçları olabilir. Türkiye’nin bir dönem izlediği ‘mezhep politikaları’ ve ‘üstünlük iddiaları’ Mısır, Lübnan, Suriye, Irak, İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkelerde kendisine karşı antipatik eğilimleri arttırdığı söylenebilir. Başka bir dönem de kritik ekonomik, politik ve askeri iş birliklerimiz olan Batı ile ‘değerler çatışmasına’ girişilmesi çok vektörlü dışlanmışlığa neden olmuştu. Bu ülkeler ile kademeli olarak uzaklaşan Türkiye’nin, Rusya ve Çin gibi kendi dinamiklerine uyumsuz aktörler ile asimetrik yakınlaşmalar içine girmesi de beklediği sonuçları doğurmamıştı. Bu durumun uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin ikna kabiliyetine de oldukça zarar verdiği söylenebilir. Örneğin, ‘Doğu Akdeniz’ gibi haklılık payının yüksek olduğu meselelerde dahi Türkiye karşısında bütün bu ülkelere ek olarak ‘dostumuz’ Katar’ın da zaman zaman iştirak ettiği geniş katılımlı bir anti-Türkiye paktı bulmaktadır. En çarpıcısı da iktidarın ‘yüzleşmeye’ başladığı bu hatalı stratejileri onarmak için attığı adımların söz konusu ülkeler tarafından ikna edici bulunmadığı ve/veya ‘samimiyet’ duvarına çarptığıdır. Bir başka yüzleşilmesi gereken nokta ise Türkiye’nin Batı bloğu ve NATO nezdinde Soğuk Savaş dönemindeki jeopolitik öneminden kaynaklanan ‘tekel’ konumunu kaybetmeye başladığıdır. Bu bağlamda, ABD’nin Türkiye’ye alternatif iş birliklerine yöneldiği, Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ve GKRY; Karadeniz’de Ukrayna-Romanya-Bulgaristan; Kafkaslarda Gürcistan ve Ortadoğu’da İsrail ile askeri ittifaklarını artırmaya yönelik bir strateji izlediği gözlemlenmektedir.
Muhalefetin yapıcı bir dil kullanarak hem Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasını rasyonelleştirmesi hem de milliyetçi söylemin oluşturabileceği askeri tırmanışı önleyici bir mekanizma geliştirmesi çok mühim gözükmektedir.
Bu durumda Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının Kıbrıs ve adalar etrafındaki saha alanları üzerindeki haklı argümanlarını ‘çatışmasız’ bir söylem üzerinden rasyonalize edebilmesi oldukça önem arz etmektedir. Çünkü Türkiye ve Yunanistan’ın yavaş yavaş seçim sürecine girmesi iki ülke arasındaki rasyonalitenin an itibari ile milliyetçi ‘romantizme’ kaydığını göstermektedir. NATO üyesi iki ülkenin askeri çatışma riski şu an için imkansıza yakın gözükmektedir. Ancak, halk desteği ve oyları azalan iki ülke liderinin de birbirlerine karşı militarist tehditlere başvurmaya devam etmesi beklenmedik neticeler doğurabilir. Bu bağlamda, muhalefetin yapıcı bir dil kullanarak hem Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasını rasyonelleştirmesi hem de milliyetçi söylemin oluşturabileceği askeri tırmanışı önleyici bir mekanizma geliştirmesi çok mühim gözükmektedir. Bu sorunun bir diğer uzantısı da Türkiye’nin Batı tarafından gözden çıkarılabileceğine yönelik sinyaller ve maruz kaldığı ‘güvenilir bir partner’ olmadığına yönelik ithamlardır. Özellikle, S-400 alımı neticesinde ortaya çıkan kırılganlıklar ve Batı ile ilişkilerin ‘inatlaşma ve tehdit’ dinamikleri üzerine oturtulması bu duruma yol açan bir diğer faktör olmuştur. Türkiye’nin benimsediği bu ‘tehdit’ ve ‘şantaj’ dinamiği Ukrayna’da patlak veren savaş sebebiyle NATO üyeliği için başvuran İsveç ve Finlandiya’ya karşı da devam ettirilmektedir. Silah ambargosunun kaldırılması, YPG/PYD gibi Türkiye’nin PKK’nın uzantısı ve terörist olarak gördüğü gruplara verilen askeri ve mali desteğin kesilmesi Ankara’nın son derece haklı talepleridir. Lakin, bu durumun düzeltilmesi için İsveç ve Finlandiya nezdinde bugüne kadar proaktif girişimlerde bulunulamaması Türk dış politikasının yüzleşmesi gereken bir diğer gerçektir. Dolayısı ile, Türkiye’nin böylesi bir savaş konjonktüründe reaktif davranarak iki ülkenin NATO üyeliğini ‘veto’ etmekle tehdit etmesi sürdürülebilir olamayabileceği gibi ilerleyen dönemlerde Türkiye’yi ‘karşı tehditler’ ile yüz yüze bırakabilir (F-16 satışları gibi). Kaldı ki, ABD ve İngiltere gibi Kıta Avrupası’nın askeri güvenliğinin garantörü olan ülkelerle ikili güvenlik anlaşmaları imzalayan İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil edilmesi sadece bir formalite, prestij ve caydırıcılıktan ibaret hale gelmiştir. Türkiye’nin böylesi bir durumda veto kararında ısrar etmesi ittifak içinde daha da yalnızlaşmasına sebep olabilir. Dolayısı ile, Ankara’nın da iç siyasete dönük beklentiler yüzünden uyguladığı açık diplomasi ile ‘şantaj’ stratejisini yumuşatarak taleplerde bulunmaya devam etmesi faydalı olabilir.
ABD’nin Türkiye’nin terörist olarak gördüğü gruplara aleni desteği bilinirken YPG liderinin  Rus devlet televizyonunda konuşturulmasını görmezden gelmek de Türkiye için elzem olan ‘yüzleşme vaktini’ ertelemek anlamına gelmektedir.
Son olarak, Suriye’ye operasyon ihtimalinin de arttığı şu günlerde muhalefetin ve bazı dış politika analistlerinin ABD ve Rusya arasında ‘emperyalmetre’ ölçümü yaptıkları gözlemlenmektedir. ABD’nin bölgede Türkiye’nin terörist olarak gördüğü gruplara verdiği aleni destek herkes tarafından bilinirken YPG lideri Mazlum Kobani’nin Rus Devlet Televizyonu’nda konuşturulmasını görmezden gelmek Türkiye için elzem olan ‘yüzleşme vaktini’ ertelemek anlamına gelmektedir. Zira, YPG’yi kendi vesayeti altına alma konusunun Rusya ve ABD arasında tam anlamıyla bir mücadeleye dönüştüğü ve YPG’nin de bunu maksimum kazanım elde etmek için iki tarafı birbirine ‘çarpıştırma’ mekanizmasına dönüştürdüğü görülmektedir. Ukrayna savaşının gidişatı Rusya’nın Suriye’den tam olarak çekilmesine kadar varabileceği bir dönem başlatabilir. Bu, şimdilik uzak bir olasılık olarak görünse de ihtimal dahilinde bulundurulmaya değer bir senaryo olabilir zira bu durum bölgedeki üç önemli aktör olan Suriye, İran ve Türkiye’yi baş başa bırakabilir. Suriye’nin ‘rövanşist’ İran’ın ise Irak-Suriye hattında Türkiye’nin gücünü dengelemek için hem Şii hem de PYD-PKK gibi gruplara destek verdiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu ihtimalin hesap dahilinde tutulması önem kazanmaktadır. Dolayısı ile muhalefetin Türk Dış Politikasının proaktif hamlelerde bulunamamasının nedenleriyle ‘yüzleşmesi’ ve bu yönde strateji önergelerinde bulunması faydalı olabilir. DEĞİŞİM Gene de iç politikadaki en önemli sorunun artan etnik ve mezhep (ethno-sectarian) ayrışmalar olabileceğinin altını çizmek gerekmektedir. Bu bağlamda, İyi Parti lideri Meral Akşener’in kendi partisinden bir milletvekilinin Kılıçdaroğlu’nın Alevi kimliği üzerinden sarf ettiği sözler nedeniyle Sakarya gibi muhafazakâr bir kentte düzenlenen kalabalık bir mitingde ‘amasız ve fakatsız’ özür dilemesi Türk siyasetinin ‘yüzleşme’ sürecini başlatma ve değişimin zaruriyetini kabullenme adına bir dönüm noktası olabilir. Sonuç olarak, Türkiye’nin kronikleşen sorunlarını çözebilmenin ve doğru tedaviyi bulabilmenin yolunun doğru teşhisten geçtiğini hatırlatmak gerekmektedir. Bunun yolunun da gerçeklerle yüzleşebilmek, onları kabullenmek, dönüşebilmek ve değişebilmek için ortaya rasyonel bir irade koymayı zorunlu kıldığını anlamamız gerekmektedir. Türkiye’yi yönetmeye aday muhalefet bloğundaki bütün aktörlerin ‘çuvaldızla’ yüzleşmesi bu bakımdan elzem gözükmektedir. Özellikle, Türkiye’nin maruz kaldığı bütün kötülüklerin müsebbibi olan ‘dış mihrak’ hayaletinin hegemonyasından kurtarılması öncelik arz etmektedir.