Geri kalmışlık sadece ekonomik büyüklükler bakımından geri kalmışlık anlamına gelmez. Aynı zamanda ekonomik ve toplumsal olarak günümüzde ihtiyaç duyduğumuzdan farklı bir yapı ve düşünüşün ekonomideki hâkimiyeti olarak da düşünmek mümkün.
İktisat bilimi geçmişe göre daha fazla boyut kazanmaya başladı. Yaşadığımız sorunların çözümü için dikkate alınması gereken yeni unsurları gözler önüne serdi. Bundan kırk yıl önce, daha 1980’lerin başında yükselişe geçen neoliberal anlayış, iktisadın “
deterministik” yönlerini öne çıkararak, kalkınma meselelerinin sadece ekonominin maddi boyutu ile ele alınmasına yol açtı.
Aslında bu dönemden çok daha önceleri Richard Libsey iktisadi analizde normatif ve pozitif ayrıma dikkate çekmişti. Ardından da pozitif iktisadı konu eden o muhteşem eserini yazmıştı. Bir kuşağın iktisat öğretiminde Lipsey’in
Pozitif İktisat isimli kitabı en popüler bir kaynak olmuştu. Ama bu bile 1980’leri neoliberal dönemde unutulup gitti.
Bunda en etkili olan neden ise, iktisadın deterministik yanının matematik kullanımına elverişli oluşudur. Elbette iktisatta matematik kullanımı bu tarihlerden çok önce, Paul A. Samuelson’un 1950’lerde yazdığı
Ekonomik Analizin Temelleri adlı o muhteşem eserine kadar gitmektedir. Neyse bu başka bir konu ve iktisatçıları ilgilendirir diye düşünüyorum.
Yirminci yüzyılın sonlarında, takriben 1990’larda iktisat bilimi, özellikle de kalkınma iktisadı alanı yeni boyutlar kazandı. Kalkınmanın maddi boyutunun yanında kurumsal yapının ve kültürün oynadığı rol araştırmaya değer görüldü. Kalkınmanın sadece ekonomilerin maddi parametrelerindeki dinamik süreçlerin analizi olmadığı öne çıkarken, aynı zamanda toplumsal ve siyasi yapının, hatta kültürün rolü önem kazanmaya başladı.
Aslında kültür, ekonomik yapının ortaya çıkardığı iktisadi ilişkilerin ve toplumsal dönüşümün sonucu olarak meydan gelen geniş kapsamlı bir “
beşeri birikim”. Ekonomik yapıdaki değişim, ister istemez sahip olduğumuz beşeri birikimlerimize yeni unsurlar katıyor; zamanla değişimi zorunlu kılıyor. Bu birikimlerin sonucunda bizi çevreleyen güncel dünyaya bakış açımız ve onu yorumlama şeklimiz de değişiyor.
Gelişmeyle birlikte basit olan hayatlar daha karmaşık bir hal alıyor. Hayata bakışımıza yeni boyutlar geliyor. Duygularımızı ve düşüncelerimizi ifade edebilme şeklimiz yeni ihtiyaçlara, oluşan yeni yapıya uygun bir şekil alıyor. Ahlak anlayışımızdan, dine bakışımıza, sanattan siyasete her alanda insanlar dünyaya yeni bakış açıları kazanıyor.
Kalkınma meselesinde kültür önemli. Her ekonomik değişime dayanak teşkil edecek temeller kültür ile atılmakta ve bu yüzden iktisadi kalkınma kültürel değişimle birlikte ele alınmaktadır.
Kültür, hayatı yaşama şeklimizi belirleyen bir anlayışı, hayata bakışımızı, dış çevremizdeki algılarımızı belirliyor. Bizi çevreleyen “
çağdaş” dünyaya yabancılaşmamızın önüne geçer. Değişime uğrayan maddi çevrenin “
içselleştirilebilmesine” olanak sağlıyor.
Bazen toplumda kültürel farklılıklar oluşur. Aslında bu bir uyum sorunudur. Geçmişin geleneksel ekonomik yapısı, ortaya çıkan yeni iktisadi yapının koşullarına uyum göstermeyebilir. Eski kültürü kendilerinde içselleştirmiş olanlar, ortaya çıkan yeni ortama kendini yabancı hissedebilir. Kendisi ve çevresi için yeniyi düşmanlaştırabilir. Böylece yeni iktisadi koşullara karşı bir dirence yol açabilir.
Bazen de toplumun kültürel gelişimi güncel yapılarla uyum içinde, toplumsal ekonomik dönüşümün hız kazanmasına olumlu yönde etkide bulunabilirler. Ama bunun için toplumun içselleştirmiş olduğu kültürün değişimi için dışarıdan müdahaleye gereksinim duyulabilir.
Bu dışsal müdahaleler de zamanla dirençle karşılanabilir ve hatta düşmanlaştırılabilir. Tıpkı zaman zaman ülkemizde olduğu gibi.
Kalkınma meselesinde kültür önemli. Her ekonomik değişime dayanak teşkil edecek temeller kültür ile atılmakta ve bu yüzden iktisadi kalkınma kültürel değişimle birlikte ele alınmaktadır.
Geri kalmışlık sadece ekonomik büyüklükler bakımından geri kalmışlık anlamına gelmez. Aynı zamanda ekonomik ve toplumsal olarak günümüzde ihtiyaç duyduğumuzdan farklı bir yapı ve düşünüşün ekonomideki hâkimiyeti olarak da düşünmek mümkün. İşlevini yitirmiş iktisadi organizasyonun beraberinde ortaya çıkan bir kültürel yapının modern ekonomik yapıya uyumu gereklidir. Gelişme bu yönü ile de bir değişimi zaruri kılar.
Cumhuriyetimiz bir yönüyle topyekûn girişilmiş bir kalkınma gayretidir. Bu yüzden sadece ekonomik yapı da değil, aynı zamanda kültürel yapıda da değişimi kendine amaç edinmiştir. Sanayi temelli bir ekonomik yapının oluşumu beraberinde geleneksel, tarıma dayalı bir yapının ve bu yapı üzerinde ortay çıkmış bir kültürün de tavsiyesi, en azından etkinliğinin azalması anlamına gelmektedir. Elbette bekleneceği gibi, eskinin tasfiyesi yeniye karşı toplumsal bir muhalefete ve düşmanlığa dönüşmesi kaçınılmadır. Cumhuriyet başka alanlarda olduğu gibi bu konu da kararlılık göstererek, dönüşümü toplumsal düzlemde yeterince zorlayıcı bir pozisyon alamadı. Başlangıçta yapılan değişiklikler ciddi zorlamalar olarak yorumlansa da, bunlardan sonraki yıllarda vazgeçildiği görüldü.
Ancak o yıllarda yapılan bu zorlamaların etkileri bugün bile hissedilmekte, günümüz siyasetinin tartışma konularından birini oluşturmaktadır. Ülkemizdeki “
siyasi İslam’ın” ana tartışma konularından biri de, cumhuriyetin kalkınma gayretinin kültürel boyutunu oluşturan reformların uygulanmasında yapılan zorlamalardır.
Karşı çıkılan ekonomik kalkınma olmasa da, bunun kültürel değişim ayağı olmadan nasıl gerçekleşeceği ise cevapsız kalmıştır. Geleneksel ekonominin inançlar sistematiğine ve onun etrafında oluşturulan kültürel algılara dokunmadan bu kalkınmanın nasıl gerçekleşeceğinin cevabı verilememiştir. Örneğin kadına o geleneksel sınırlar içinde biçilen rollerin değiştirilmesi nasıl sağlanacak ve modern bir ekonomide değer yaratan bir birey haline nasıl dönüştürülecektir?
Aslında karşıtlık ekonomik olarak elde edileceklere değil, onun için ödenecek bedele yönelik de bir karşıtlıktır. Ekonomik dönüşüm ortaya çıkarken ve bireysel zenginlikler artarken, geçmişin kültür anlayışını korumak aynı zamanda o kültür anlayışının mahkûm ettiği kesimlerin de, üretilen refaha erişiminin engellenmesi anlamına gelmektedir. Bu yönüyle geçmişin kültürel anlayışlarının korunması, bu dönüşümü geçekleştiremeyenlerin yeni ekonomik yapı içinde yaratılan refahtan pay alabilmelerini güçleştirmektedir. Bu sebeple günümüzde benimsenen muhafazakâr tavır sadece ekonomik dönüşümün yol açtığı üretim ilişkilerine karşıtlık olarak düşünülemez. Aynı zamanda bu dönüşümün tetiklediği kültürel değişime karşıtlığı da kapsamadır.
Kanımca Cumhuriyetin bu konudaki başarısızlığı ülkemizin bugün içine düşmüş olduğu siyasi ve toplumsal buhranların da kaynağıdır.
Geleneksel ekonomik yapının temsilcisi olan Türkiye kırsalındaki hâkim pozisyonunu devam ettirmesi, uzun yıllar etkisi kırılamayan geleneksel kültürün şehirlerde modernite ile karşılaşması sonucunda deforme olmuş bir kültürel yapının çıkmasıyla sonuçlanmıştır.
Ülkemizde II. Dünya Savaşı öncesinde, kırsalın kalkınmasının yerelde sağlanmasına yönelik çabaların olmadığı söylenemez. Aslında
Köy Enstitüleri bu çabalardan en bilinenidir. Ancak yeterince yaygınlaştırılamadan, çok geçmeden muhafazakârlığın o günlerdeki temsilcilerinin baskıları ile uygulamadan kaldırılmışlardır.
Kültürel alandaki bu sahipsizlik ve kontrolsüzlük ister istemez toplumun diğer alanlarında sorunların kaynağı olmaya başlamıştır. Bu geleneksel kültürün belirleyici olan unsurlarının ülke genelinde hâkimiyeti, ekonomide hizmet-ticaret-inşaat faaliyetleri üzerinden sağlanan desteklerle sürdürülebilmektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde ise kırsal kalkınmanın temsilciliğine soyunan
Demokrat Parti, bunu kırsalın mevcut yapısına müdahale ederek değil de, kırsaldakilerin şehirlere göç etmesiyle çözmeye çalışmıştır. Düşünüş olarak, kırsaldan gelenlerin kültürel manada çok daha büyük olan büyük şehirlerde, çok fazla da direnç gösteremeden kent kültürüne asimile olmaları beklenmiştir.
Kente gelen insanların karşılaştığı bu asimilasyon sürecinin maliyetlerinin etkilerinin sadece o kişilerle sınırlı kalacağı düşünülerek, bu dönüşümün siyasi ve toplumsal manada bir maliyete yol açmayacağı öngörülmüştür. Örneğin Haldun Taner’in o müthiş destansı eseri
Keşanlı Ali Destanı bu maliyetleri gözler önüne sunan önemli eserlerden biridir.
Kırsal yapılar ve geleneksel kültür, oralarda faaliyet gösteren cemaat ve tarikatların hâkimiyetine bırakılmıştır. Ekonomik olarak devlete ve kamu kaynaklarına bağımlılığı giderek artan kırsal kesim, kültürel hâkimiyeti tarikatların ve dini cemaatlerin eline bırakmıştır. Aslı da bu, neredeyse 100 yıldır kırsal dönüşümünü sağlayamayan bir ülkenin bugün geldiği durumu açıklayan önemli nedenlerden biridir.
Geçmişte yerel düzeyde kalan bu geleneksel kırsal kültür ile kentsel kültür arasında oluşan net ayrım, kentlere gelirlerin onun kültürüne teslim olmasıyla sonuçlanabiliyordu. Ancak son yıllarda ortaya çıkan iletişim ve ulaşım imkânları ile kent-kır arasında artan ilişkiler, kırdan kente göçün hızını arttırmış, geleneksel kır kültürünün kent kültürüne hâkim olacak boyutlara erişmesine neden olmuştur.
Kırsallık kentlerin ana karakteristik özelliklerinden biri haline gelmiştir.
Kültürel alandaki bu sahipsizlik ve kontrolsüzlük ister istemez toplumun diğer alanlarında sorunların kaynağı olmaya başlamıştır. Bu geleneksel kültürün belirleyici olan unsurlarının ülke genelinde hâkimiyeti, ekonomide hizmet-ticaret-inşaat faaliyetleri üzerinden sağlanan desteklerle sürdürülebilmektedir. Bu şekilde ortaya çıkan yeni kültür ve onun etrafında organize olan bir siyaset de, ister istemez geleneksel “
milliyetçilik” ve “
beka” söylemleri üzerinden çok kolay şekillenebilmektedir.
Bu deforme olmuş kültürün giderek ülkede çok daha hâkim olması ve kent kültürüne uyumu için yeni kuşaklara ihtiyaç duyulması, siyasi rıza üretmede geleneksel sembollerin etkinliğinin devamına olanak sağlamaktadır. Elbette bu daha cesur ve daha çağdaş siyasi eylemlerin önünün tıkanmasına neden olmaktadır. Daha da önemlisi ülkemizdeki demokrasinin gelişimi açısında da büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Bu, mevcut kültürel geri kalmışlığın yol açtığı birtakım iktisadi sektöre duyulan ekonomik bağımlılık ilişkilerinin de, ciddi maliyetlerle yüzleşmeden terk edilemeyeceğine işaret etmektedir. Bugün maruz kaldığımız deforme olmuş bu kültürel yapımız, karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlarla baş edebilmek için gerekli radikal değişikliklerin ya önünü kesmekte, ya da mecbur kalınan kültürel dönüşümün maliyetini arttırmaktadır..