Kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri her zaman kadınların ve kullanışlı olduğunda da siyasetin gündeminde. Söylenmesi gerekeni hemen söylemek isterim: Sistematik bir şiddete tanıklık ediyoruz. Bu şiddetin kurbanı olmamaya, sevdiklerimizin kurban olmasını engellemeye çalışıyoruz. Uzun zamandır en büyük tutkum edebiyat ile çokça keyif aldığım işim akademisyenliği birleştiren bir şey yapmak istiyordum. Bu yazı bunun ilk adimi. Yolum açık olsun! Her şey tarif edilemez bir boyun ağrısı ile yatakta neredeyse hareketsiz yatarken Netflix’in anlaşılamaz algoritmasının bana David Fincher yönetmeliğindeki Ejderha Dövmeli Kız filmini önermesi ile başladı. İyi ve obur bir okur olmama rağmen polisiye romanlar ile ilişkim yok denecek kadar azdır. Milenyum Üçlemesi adı verilen –Ejderha Dövmeli Kız, Ateşle Oynayan Kız, ve Arı Kovanına Çomak Sokan Kız—İsveç polisiyesinin en iyi örneklerinden sayılan romanların sadece adını duymuştum. Bir de yazarı Steig Larsson’un ani ölümü ve sonrasında gelişen entelektüel miras kimindir tartışmalarını. O gün Netflix algoritma perilerinin korkunç bir oyun gibi görünen önerileri[1] kendimi Steig Larsson’un yarattığı ve “kadınlardan nefret eden erkekleri” anlattığı dünyanın içinde bulmamı sağladı.[2] İki gün içinde Milenyum serisini bitirmiş, seri hakkında yazılan inceleme yazılarının derlemesinden oluşan kitaba geçmiştim. Bir haftanın sonunda ise hem Larsson’un partneri Eva Gabrielsson’un anılarını hem de Steig Larsson’un kurucusu ve baş editörü olduğu Expo dergisinde yayınlanan yazılarından bir derlemeyi bitirmiştim. Bu uzun girizgâhın amacı neydi peki? Ejderha Dövmeli Kız romanının İsveççe orijinal adı olan “Kadınlardan Nefret Eden Erkekler”’in hem Türkiye’de hem dünyanın dört yanında karşılaştığım kadın cinayetlerine nasıl ışık tuttuğu ile ilgiliydi. Erk’eklik denilen heyula şiddet ve şiddetin monopolisi ile yaşamını sürdürebilen bir Leviathan. Kadınlar, çocuklar, LGBTQIA+ bireyler, yaşlılar, özellikle de yaşlı kadınlar, doğal besin kaynağı bu canavarın.  Orta çağda ve hatta günümüzdeki cadı yakma ritüellerinden, Hindistan’ın “kayıp kızlarına”, bir savaş sucu olarak toplu tecavüzlerden, Meksika’nın, Roberto Boleno’nun 2666 kitabında da çarpıcı bir şekilde anlatılan kadın cinayetlerine, Amerika Birleşik Devletleri’nin “femicide pandemic” diye adlandırdığı kadına yönelik şiddet ve cinayetlerde kendini gösteren bir olgu ile karşı karşıyayız. Türkiye’de ise durumun izaha ihtiyacı yok. Kadına karşı şiddet ve kadın cinayetleri her zaman kadınların ve kullanışlı olduğunda da siyasetin gündeminde. Söylenmesi gerekeni hemen söylemek isterim: Sistematik bir şiddete tanıklık ediyoruz. Bu şiddetin kurbanı olmamaya, sevdiklerimizin kurban olmasını engellemeye çalışıyoruz. Bir siyasi iktisatçı olarak elbette mesleki deformasyonum var. Bunların ilki, problemleri temelinde bir ekonomik çıkar çatışması ekseninde görmek. İkincisi ise ekonominin bir vakumda var olmadığı ve kurumların, o kurumların başındaki insanların, o kurumların gölgesinde yaşayan insanların da problemleri oluşturmak kadar çözmekte de önemi olduğu. Eğer bir problemin sadece ekonomik bir açıklaması olduğunu geriye kalan her şeyin de teferruat olduğunu düşünürsek o zaman sorunlardan ve bu sorundan da ekonomik bir çözüm ile kurtulabileceğimize inanabiliriz. Benim bir akademisyen olarak hem akademide hem kamuda hem de sivil toplum örgütlenmelerinde en sık rastladığım gaflet de bu. Sorunların sadece ekonomik ya da sadece siyasi çözümlerle çözülebileceğine duyulan mesnetsiz inanç. 17.yüzyıl boyunca Amerika Birleşik Devletleri’nin Massachusetts eyaleti Salem kentinde, bugün ise Tanzanya’nın özellikle Meatu bölgesinde karşımıza çıkan “cadı avı” diye tanımlanan kadın cinayetleri ile kısıtlı kaynakların kullanımı ve tarım ekonomisine negatif şok etkisi yaratan bir doğal afet, soğuk hava, kuraklık, vb., arasında bir bağıntı var. Yani cadı avının da bir ekonomik sebebi var. Tarıma dayalı ekonomilerde aşırı soğuk da aşırı sıcak da yiyecek kıtlığına sebep olur, bu kıtlık halinde ise aile içinde bir fayda/maliyet hesabi yapılır. Bu durumdan zararlı çıkan genellikle iki gruptur. Birincisi evlenme çağındaki genç kadınlar, ikincisi ise yaşlı kadınlar. Yani genellikle cadı avına çıkıldığında kapıları ilk çalınanlar.
Sistematik şiddet tam da böyle bir şey, şiddeti doğurabilecek koşullar altında şiddete ilk maruz kalan olma hali. Daha da önemlisi, bunu bilmenin getirdiği huzursuzluk ile yaşamak. Yaşamaya dair şeyleri bazen bilinçli bazen bilinçsiz bu hissin etrafında kurmak.
Güney Afrika yaşlı kadınlara karşı bu tarz ölümcül şiddeti önlemek için ekonomik çözüm üretti: Yaşlı kadınlara ülke gelir ortalaması için yüksek sayılabilecek bir sosyal güvence maaşı bağlamak. Bu, yaşlı kadınlara ölümcül şiddeti durdurabilir ve durdurdu da. Aynı şeyi fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, eksik bakım ve istismar ile ilgili olarak söyleyebilir miyiz? Bilmiyoruz. Bakmadık çünkü. Öldürülmüyor olmalarına şükretmemiz bekleniyor, ayrıca “her şeyi de hemen çözemeyiz ya efendim!” kimselerini de bize her şeyin bir sırasını unutturmamak için hazırolda bekliyorlar. Oysaki, söylediğimiz şey açık: “Sistematik şiddet sisteme dair çözüm gerektirir.” Örneğin, cadı avları sürerken Tanzanya devlet başkanı “Bu kadınlar bizim annelerimiz, büyükannelerimiz. Bizi büyüttüler, bizi beslediler, hasta olduğumuzda bize baktılar. Şimdi nasıl oldu da cadı oldular?” diye sorduğunda mantıklı bir kimsenin soracağı retorik ama yerinde bir soruyu sormuş oldu. Ama bir şey daha var bu soru ile düşünmemiz gereken, bakım veren olmayan, hemen hemen hiç olmamış ve yaş aldıkça üretime olan katkıları azalan veya katkı sağlamayan erkeklerin cadı olmadığı gerçeği. Bunun iki nedeni var: İlki, erkeklerin erkeklere karşı şiddeti böyle organize etmemesi.[3]  İkincisi ise demografik bir gerçek, erkekler en azından gelişmekte olan ülkeler genelinde, daha erken ölüyor. Sistematik şiddet tam da böyle bir şey, şiddeti doğurabilecek koşullar altında şiddete ilk maruz kalan olma hali. Daha da önemlisi, bunu bilmenin getirdiği huzursuzluk ile yaşamak. Yaşamaya dair şeyleri bazen bilinçli bazen bilinçsiz bu hissin etrafında kurmak. Bu hissi, bana kalırsa, en etkili kullanan yazarlardan biri de Samantha Schwebblin. Arjantinli bir yazar olan Schwebblin kadına karşı şiddetin türlü biçimlerine aşina biri.[4] Bir röportajında kitaplarındaki o tekinsizlik hissini nasıl yarattığı sorusuna kadın olduğu için aşina olduğu bir şeyi yazdığı cevabını verdi. Türkçe’ye de çevrilen ve bu yaz sahillerde de sıklıkla gördüğüm “Yedi Boş Ev” kitabı insanların akıl sağlıklarını yitirmeleri ile alakalı. Her bir hikayede bir kadının akıl sağlığı ile ilgili problemini okuyoruz, ve bizi korkutan asıl şey ilk başta sandığımız gibi aklımızı yitirmek değil. Aklımızı yitirmemiş olmamıza rağmen aklımızı yitirdiğimize inandırılmak. İnanılmamak ve inanılmama nedenimizin de “deli”, “histerik” ve/ya “her şeyi çok kafaya takıyor” olmamız olduğuna duyulan derin inanç ile hemen hemen her gün yüzleşmemiz. Oysaki çoğu zaman, hatta her zaman, karın boşluğumuza yerleşen o his gerçek. O zaman gözümüzü biraz da sistematik şiddete karşı ne yapabileceğimize çevirelim. Kadına karşı sistematik şiddete karşı alabileceğimiz iki büyük önlem var: Eğitim ve hukuk.[5]  Söylemesi kolay, okullarda, is yerlerinde, kamuya eğitim verecek yerlerde toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimlerine dikkat edelim. Kadına karşı şiddeti caydırıcı cezalar ile önleyelim. Peki ya yaptıklarımız? “Kadın mıdır, kız mıdır?” bilemediklerimiz, “kariyeri annelik olan” kadınlarımız, “böyle erkeklerle neden birlikte olduğunu anlamadığımız” genç kadınlar mesela, teoride bildiğimizi pratikte hepimizin, evet hepimizin, nasıl kaybettiğine hiç dikkatli baktık mı? 6284 sayılı ailenin korunması ve kadına karşı şiddetin önlenmesine dair kanuna ilişkin uygulama yönetmeliği incelendiğinde eksik bir şey bulamazsınız. Teoride yerli yerinde olan koruma ve yaptırım pratikte nasıl? Anıt Sayaç‘a sadece 2022 yılı için göz atmamız halinde dahi haklarında koruma kararı çıkarttırdıkları erkekler tarafından öldürülen kadınların sayısı sinirden ve korkudan kalbimizi sıkıştırmaya yetiyor. Polis memurlarının aile işine karışmadıkları, “yenge”yi, “abi”yi uyarıp, abi ile eve gönderdikleri, savcıların ve hakimlerin cezai koruma ve yaptırım tedbirlerini geciktirdikleri, bir erkeğin evlilik dışı ilişkisini ifşa etme tehdidinin canice öldürme fiilini haksız tahrik nedeniyle öldürmeye çevirebilmesini, erkek avukatların sansasyonel kadın cinayeti davalarını kendi reklamları için alıp islerini yapmadıklarını, öldürülen kadının önce şeceresinin ortaya döküldüğü ve kamuoyunu masumiyetine –siz burada masumiyetten ne okumanız gerektiğini gayet iyi biliyorsunuz sevgili okur—inandırma çabalarının canhıraşlığını görüyoruz.
Eksik olan kanunu uygulamak ile yükümlü polis, savcı ve hakimlerin bu konudaki istekleri. Bu nedenle de oturup düşünmemiz gereken en önemli kısım da bu. Neden? O zaman yazının başına dönelim. Kadınlardan nefret eden erkeklere.
Güneş Aşık ve Efsan Nas Özen Economic Letters ‘da yayınlanan makalelerinde kanun yapıcı ve uygulayıcılar tarafından uygulanmayan koruma ve uzaklaştırma kararının doğal ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıkması halinde ne olduğu sorusuna cevap verdiler.[6] Makale, COVID-19 tedbirleri dahilinde uygulanan sokağa çıkma yasaklarının kadınların partner cinayetine kurban gitme olasılığının azalmasına neden olmuş olabileceğini gösteriyor. Elbette ki, bu sadece muhtemel katilleri ile aynı evde yaşamak zorunda olmayan kadınlar için. Yoksa hepimiz biliyoruz ki o zamanlar çoğu kadın için cehennemin kapılarını açtı. Nirkivar Jassal tarafından Hindistan polis merkezlerine gelen yaklaşık yarım milyon şikâyetin hukuk sistemi içindeki yolculuğuna bakarak yapılan çalışma da kanun yapıcıların ve uygulayıcıların çekingenliğini kayıt altına alıyor. Makale, kadınlar tarafından yapılan şikayetlerin hukuk piramidinde daha yavaş hareket etmesi bir yana, şikayetçilerin kadınlar olduğu suçlarda –aynı suçun bir erkek tarafından şikayet edilmesi haline karşılık—suçlanan kimsenin daha fazla vakada suçsuz bulunduğunu ve bu durumun kadına karşı islenen suçlar için kontrol değişkenleri konulduğunda da devam ettiğini raporluyor.[7] O zaman sorunun adını bir kez daha koyayım: Kanun olağan halinde uygulanmıyor. Yani cezasızlık. Ve hatta, belki de sözün şehvetine kapılma tehlikesine rağmen, suçu teşvik. Kadın dernekleri tarafından hazırlanan farklı farklı raporlarda da belirtildiği üzere 6284 ve genel olarak İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde hazırlanan yasalar uygulanması halinde kadına şiddeti ve kadın cinayetlerini önleme ve caydırma konusunda eksik değil. Eksik olan kanunu uygulamak ile yükümlü polis, savcı ve hakimlerin bu konudaki istekleri. Bu nedenle de oturup düşünmemiz gereken en önemli kısım da bu. Neden? O zaman yazının başına dönelim. Kadınlardan nefret eden erkeklere. --- [1] Benim gibi hazırlıksız karşılaşma ihtimali olanlar için bir not düşmek isterim buraya. Hem kitap hem film okunması/izlenmesi çok zor ve insani tarif edilemez bir şok içinde bırakan cinsel şiddet sahneleri içeriyor. Hem kitabin hem filmin –bana göre başarısı ki bu tartışmalı aslında—bunu acı pornosuna çevirmeden yapmış olması. [2] Daha sonra İsveç polisiye geleneğinin toplumsal sorunları hikayenin temeline oturttuğunu ve bunun etkili bir siyasal eleştiri olarak kullandığını da öğrendim. [3] Bazı erkeklerin kadına şiddet konusunda en sevdiği argümanlardan biri erkeklerin kadınlardan daha fazla cinayete kurban gitmesidir. Birincisi erkekler erkekleri vurur genelde, istisnalar kuralı bozmaz. İkincisi erkekler birbirlerini genellikle, yine istisnalar kuralı bozmayacak şekilde, vatan, millet, bayrak, namus, suç rantını paylaşamamak, trafik ve futbol yüzünden öldürüyorlar. [4] Arjantin Yüksek Mahkemesi tarafından Haziran 2022’de yayınlanan bir rapora göre ülkede her 35 saatte bir kadın cinayeti isleniyor. [5] Burada da bir parantez açalım, toplumsal barışın, özgürlüklerin ve demokrasinin temelinin de bu ikiliye dayanması tesadüf değil elbette. [6] Asik, Güneş A., and Efsan Nas Özen. "It takes a curfew: The effect of COVID-19 on female homicides." Economics Letters 200 (2021): 109761. [7] Bu makale American Political Science Review hakemli dergisinde revizyon aşamasında olduğu için kamuya açık bir kopyasına ulaşmak mümkün değil. İlgilenenler biyografimde bulabilecekleri e-mail adresinden bir kopyası için ulaşabilirler.