Politik dayanışma ve işbirliğinin gerçekleşebilmesi için saldırıya maruz kalmış verili kimliğin politik direnişe konu edilmesi gerekir; bu durumda kimlik kamusal alanda tanımı değiştirilebilir hale gelir.KİMLİK POLİTİKLEŞTİRİLEBİLİR Saldırı altında olan, ikincilleştirilen ya da aşağılanan kimliği elbette savunmak gerekir. Ancak verili kimlik, adı üstünde zaten verilmiş olduğu için, kendiliğinden herhangi bir eylemin, yeni bir şey başlatmanın konusu olamaz. Politik dayanışma ve işbirliğinin gerçekleşebilmesi için saldırıya maruz kalmış verili kimliğin “doğallığı”nın ötesine geçilip politikleştirilmesi, yani politik direnişe konu edilmesi gerekir; bu durumda verili kimlik kişisel bir özellik olmaktan çıkarak kamusal alanda tanımı değiştirilebilir hale gelir ve böylelikle yeninin doğuşuna hizmet edebilir. Saldırıya uğrayan bir kimlik grubuna ait olmasanız bile bu kimlik adına mücadele etmeniz mümkündür. Tıpkı Yahudilere yapılan zulme karşı çıkmak için Yahudi olmanız gerekmediği gibi Ermeni, Kürt, kadın, eşcinsel vb. vb. kimliklere uygulanan baskılara karşı çıkmanız için de Ermeni, Kürt, kadın, eşcinsel vb. olmanız gerekmez. Öte yandan Hannah Arendt, verili kimliğin politikleştirilmesinin, saldırıya maruz kalma durumu değişirse, söz konusu ezilen kimliğin yol açtığı sorunların yerine başka kimlik sorunlarının ağır basmasını ya da isimsizliğin (herhangi bir kimliğin vurgulanmaması) tercih edilebilmesini mümkün kılacağına işaret eder.[4] Jacques Ranciére de, her politik özneleşmenin bir “kimliksizleşme”, “bir konumun doğallığından uzaklaşma” olduğunu ve verili kimlikten böylesi bir uzaklaşmanın “politik bir muhalefet alanı” imkânı yarattığını savunur.[5] Örneğin 1968 Mayısı’nda dillerde dolaşan “Hepimiz Alman Yahudisiyiz” sloganı belirli bir grubu (Alman Yahudisi) adlandırmamış, topluluğu belirli “dâhil etme” ve “dışlama” ölçütleri açısından çerçeveleyen egemen adlandırma sistemini karışıklığa sevk ederek sarsmış ve bir muhalefet alanı açmıştı. Damgalayıcı bir adlandırmayı tersine çevirmek suretiyle politik bir özneleşmenin ilkesi haline getirilmesine dikkat çeken Ranciére’in bu örneğini, Hrant Dink’in katlinin ardından gerçekleşen eylemlerde herkesin haykırdığı “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız” sloganıyla karşılaştırabiliriz. Bu sloganı haykırmakla kim, hangi verili kimlikle (Türk, Kürt, Müslüman, vb.) özdeşleşmiş olursa olsun bu kimliği askıya aldığını beyan etmiş ve politik bir kimlik edinmiş oluyordu. “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız” sloganınıı haykırmakla kim, hangi verili kimlikle (Türk, Kürt, Müslüman, vb.) özdeşleşmiş olursa olsun, bu kimliği askıya aldığını beyan etmiş ve politik bir kimlik edinmiş oluyordu. “Hepimiz Ermeniyiz” diyenler görünürde Ermeni olduklarını ilan ediyorlardı ama elbette özdeşleştikleri herhangi bir etnik grup değildi; bu elbette imkânsızdır. “ Ermenilik” burada, gene Ranciére’ in terimleriyle ifade edecek olursak , “verili kimlikleri paylaştıran” egemen düzenin haksızlığının bir parçası olmayı reddeden öznelerin, içinde kendilerini yeniden tanımlayabilecekleri ve eşitliği onaylayabilecekleri bir “boş” öznellik konumuydu. Başka bir deyişle, Dink’in katlini protesto etmenin yanı sıra “Ermeni” adlandırmasının Türkiye’de aşağılayıcı bir içerikle kullanılmasına karşı geliştirilmiş bir muhalefetti. Gerçekten de, bir kimlik grubuna dâhil olduğunuzu belirtmek politik bir olgudur; inkâr edilmesi mümkün olmayan, inkâr edilmeye kalkışılması tehlikeli ve yanıltıcı bir olgu... Bu, günümüzde feministlerin savunduğu “farklılığımızı koruyarak eşitlik” talebinin de içeriğini oluşturur. Kastedilen, her bireyin “kendi benzersizliği içinde kim olduğunu” kabul edip bunu yaşayabilmesidir. Başka bir şey olmaya çalışmadan kendi benzersizliğimizin tadını çıkarmak, ama aynı zamanda kendimizi başkalarından ve kendi çoğul kimliklerimizden politik olarak koparmamak… Ermenilere yapılan haksızlığa karşı çıkmak için Ermeni olmak gerekmediği gibi, kadınların maruz kaldığı baskıya direnmek için de “kadın” olmak gerekmez. “Kadın olmak” da politik bir olgudur ve inkâr edilmesi politik gerçekliklere göz kapamak anlamına gelir; ama politik direniş ve cinsiyeti kadın olmayanları da kapsayabilen politik dayanışma yoluyla bu olgunun da anlamı ve tanımı değiştirilebilir. Bu yaklaşım, kültürel feministlerin savunduğu “doğa”ya, sempatiye ya da empatiye dayandırılan duygusal ve özcü, sonuç olarak da yanıltıcı kimlik tasavvurlarının yerine kadın kimliğinin politikleştirilip mücadele konusu haline getirilmesini ifade eder. Böylelikle, kadınlar arası dayanışmayı soyut bir “kız kardeşlik gücü” olarak değil, kadınların ezilmesine karşı ortak hareket etmekte kararlı olan (kadın ve erkek) feministler arasındaki bir dayanışma olarak düşünmeyi mümkün kılar. DIŞLAYICI OLMAYAN DAYANIŞMA Aynılığa (verili kimliğe) dayandırılan kimlik politikası ve buradan kaynaklanan dışlayıcı “dayanışma” anlayışı, kişilerin politik hedeflerden ziyade kendi kimlikleri ve kendi “kabilelerine sadakat” ile ilgilendikleri ve sonuçta politikayı berhava edici bir nitelik taşır. Bu türden “kimlik politikası”, çoğu kez belirli bir kimliğe gerçekten kimin dâhil olduğu konusunda bitip tükenmez iç mücadelelere yol açarak kendi kendisini baltalar. “ Kimlik politikası”, asimilasyon karşısında bir ilerleme olsa da, bunun, birey olarak farklılıklarımızın yok edilmesi pahasına gerçekleştiğini hatırlamak gerekir. Judith Butler da aynı nedenle, [grup içi] dayanışmanın “dışlayıcı bir norm” olduğunu savunur.[6] Buradan hareketle dışlayıcı ve baskıcı olmayan bir dayanışmanın imkânsız olduğu sonucuna kolaylıkla varılabilir ama bunun bedeli gerçekten çok ağırdır. İttifaklar olmadan politik mücadele nasıl yürütülüp kazanılabilir? Dolayısıyla sorun, ortak politik hedeflerden yola çıkarak baskıcı olmayan grup kimliklerinin ve dışlayıcı olmayan bir dayanışmanın yaratılıp yaratılamayacağıyla ilgili. Gerçekten de, dayanışma, önceden verilmiş bir şey, bir önkoşul mudur, yoksa paylaşılan hedefler etrafında girişilen ortak eylem sonucunda ulaşılan politik bir olgu mu? Arendtçi dayanışma kavramı tam da ikinci türden olduğu için, bize baskıcı ve dışlayıcı olmadan dayanışan kolektivite biçimlerini düşünme imkânı verir. Arendt, kolektif politik hareketlerin ortak bir kimlik etrafında değil, farklı bireylerin ortak bir hedef uğrunda birleşmeleriyle bir arada tutulabileceklerini düşünür. Dayanışma, kimliğin ve duyguların ortaklığını değil, eylemin ortaklığını temel alır. Kişinin kendisini “Yahudi olarak”, “kadın olarak”, “siyah olarak” , “Ermeni olarak”, “Kürt olarak”, vb. savunması, başka ezilen gruplarla dayanışmayı reddetmesi anlamına gelmez; tam tersine… Kişinin kendisini “Yahudi olarak”, “kadın olarak”, “siyah olarak” , “Ermeni olarak”, “Kürt olarak”, vb. savunması, başka ezilen gruplarla dayanışmayı reddetmesi anlamına gelmez; tam tersine bu savunma, salt ait olunan grubun hakları ve çıkarları için değil, bütün ezilen grupların varlığını güvenceye alacak bir çoğulluk için mücadele etmeyi içermelidir. Muhalif bir hareketin uzun soluklu olabilmesi, hem kendi içindeki farklılıkları kucaklayabilmesine, hem de daha geniş kesimleri kapsamasına ve geniş bir ufka sahip olmasına bağlıdır. Politik eylem, eşitlik ve farklılık arasındaki diyalektik ilişkiyi bağrında taşır. Daima akranlarımız karşısında görünmeyi ve benzersizliğimizi ortaya koymayı içeren eylem, bir yandan farklılığımızı tesis ederken aynı anda da bizi başkalarına bağlar ve böylece “eşitlik mi-farklılık mı” ikilemine düşmeksizin politik aktörler arasındaki ortaklığın altını çizmek mümkün olur. Böyle bir dayanışma tanımı, yeni bir kolektif eylem ve iktidar kavrayışı geliştirilmesini de mümkün kılar: Enerjisini aynılıktan değil, çoğulluktan alan ortak eylem ya da “birlikte hareket”! Dışlayıcı olmayan dayanışma anlayışı, karşıt çıkar gruplarının rekabetine dayanan liberal çoğulcu anlayıştan da, kimlik politikasının temel aldığı bütünlük idealinden de farklıdır. Birlikte hareket potansiyeli, farklı insanlar ortak bir durumla karşılaştıklarında ve bu duruma ilişkin farklı görüş ve yorumlarını ortak eyleme esin verecek şekilde uzlaştırabildiklerinde somutlaşır. Kamusal alan içinde dile getirilen farklı görüş ve çıkarlar, anlaşmazlık ve çatışmanın varlığına işaret eder; ancak bunlar uzlaşmaz ve karşılaştırılmaz nitelikte olmadıkları için anlamlı bir diyaloga ve sonuçta zorunlu olmasa da muhtemel bir uzlaşmaya kapıyı açık tutmak mümkün olur. Üstelik bu, farklılıkların üzerini örtüp “sırt sıvazlama”ya dönüşmeyen, eşitler arasındaki karşılıklı eleştiriyi de içeren dürüst bir diyalog ve dayanışmadır. Ortak hedefler etrafında eylem için bir araya gelme anlamında dayanışma, aynı zamanda iktidarın bir biçimi ya da ifadesidir; çünkü Arendt’e göre iktidar, ancak insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulundukları zaman ortaya çıkar, dağıldıklarında ise yok olur. İktidarın bu uçucu niteliği, insanları onun yerine ölçülebilir ve sahip olunabilir uygulamaları ve araçları olan güç veya şiddeti geçirmeye yöneltir. Oysa güç ve şiddet hiçbir zaman iktidarın yerine geçemez, sadece onu yok eder: “… tek kişinin şiddetinin, çokluğun iktidarını yok ettiği tiranlıklarda gerçekleşen budur.” [7] Arendt için, insanların (çoğulluğun) kamusal bir dünya yaratmak amacıyla bir araya geldikleri yerde doğan iktidar, kişinin başkaları üzerinde zorla uygulayabileceği bir irade edimi değil, tam tersine bir tek kişinin denetiminde olmayan tümüyle öznellikler arası bir şeydir. Bu aynı zamanda mutlak ve tüm güçlü bir tahakküm rüyası gören tek’in –tiran’ın- şiddetine karşı biricik korunaktır. Arendt’in zor ile iktidarı birbirinden ayıran bu özgün anlayışı, tahakkümü ve insanları birbirlerinden soyutlamayı amaçlayan egemen iktidar yaklaşımına karşı eylemi ve yeniyi doğuran olumlu bir kavramsallaştırma olarak, var olan iktidarın dönüştürülmesine ve “birlikte güçlenme” ye yönelik bir iktidar teorisi inşa etmek isteyenler açısından sağlam bir başlangıç noktasıdır. Kolektif iktidar kavramı, feministlerin başka muhalif toplumsal hareketlerle ittifaklar yapmasını mümkün kılar. Böyle bir anlayış, dayanışmanın “kız kardeşçi modeli”nin taşıdığı sorunları da ortadan kaldırabilir. Nitekim, ortak hareketten (eylemden) doğan kolektif iktidar kavramı, feminist hareketi de bir arada tutabilir ve feministlerin başka muhalif toplumsal hareketlerle ittifaklar yapmasını mümkün kılar. Böyle bir anlayış, dayanışmanın “kız kardeşçi modeli”nin taşıdığı sorunları da ortadan kaldırabilir, çünkü kadınların ortak “öz”lerine ya da ortak deneyimlerine dayandırılan ve farklılıkları bastırarak dışlayan yaklaşımdan uzaktır. Totalitarizme, tiranlığa, şiddetin tahakkümüne karşı kadınların her zaman çok önem verdikleri ilişkisellik, kamusal alana taşındığında çoğulluğun somut biçimi haline gelir. Çoğul olanın tekte birleştirilmesi, politik topluluklarda var olan çoğulluğa dayalı birlikteliğin tam tersidir ve esas olarak anti-politiktir. Dolayısıyla aynılık, hiçbir politik eylemin temeli olamaz Karşılıklı verilen ve değiştirilmeye, düzeltilmeye açık sözlere dayanan ortak eylem içinde şekillenen dayanışma anlayışı, kendisini daha geniş politik kaygılardan soyutlayarak sadece kadınların kimlik sorunlarına odaklanan, başka toplumsal hareketlerle ittifaklar kurmaktan kaçınan bir feminist hareketi (ve aynı özellikleri taşıyan başka kimlik hareketlerini) uyarıcı nitelikte.[8] Yeni bir dünya yaratmak, salt var olanı eleştirmekle değil, onun yerine yenisini tasavvur edip bunu hayata geçirmekle mümkün. Yalnızca kadınlar açısından değil tüm ezilenler açısından anlamlı olabilecek yeni bir iktidar teorisi, sırf ezilenlerin nasıl ezildiği –“kurban” konumu- üzerinde durmakla yetinmemek, aynı zamanda onların kapasitelerini, yeteneklerini ve güçlü yanlarını dikkate almak, geliştirmek ve bunları var olan iktidar ilişkilerinin değiştirilmesi için kullanmak zorunda. POLİTİK DAYANIŞMANIN TEMELİ DUYGULAR DEĞİL, İLKELERDİR Dayanışma/solidarity sözcüğü iki Latince kökene gönderme yapar: Salvus (güvende olmak) ve sollus (tümüyle). Antik Roma’da bu kavram, Roma genus’unda ortak mülkiyet ve kolektif mali sorumluluğu nitelemekteydi. Daha sonraki Fransızca kullanımında emeller, sempatiler ve çıkarlar arasında mükemmel bir örtüşmeyi ya da mükemmel bir birliği ifade etmeye başladı. Her iki kullanımda da Aristoteles’in gerçek yurttaşın özelliği olarak övdüğü ve tiranın kendi egemenliğini başarıyla sürdürebilmesi için yok etmesi gereken, insanlar arasındaki “karşılıklı güven” erdemini yakalamak mümkündür. Burada söz konusu olan, empatiye dayanan ve yakın ilişkilerde deneyimlenen kişisel güven değil, belki birbirini tanımayan –hatta bazen birbirine hasım da olabilen- insanlar arasındaki, mevcut farklılıkları belirli biçimlerde dile getirip çözme konusunda bir anlayış birliğini ifade eden etik ve politik güvendir. Bu, kendine değil de dünyaya duyulan güven, “iyi konusunda ortak bir anlayışa sahip olmak zorunda olmayan, hatta ortak bir ahlaki amaca bile sahip olmak zorunda olmayan ama gene de politik bir süreç içinde birbirlerine güvenmeye istekli olan” katılımcıların birbirlerine duydukları bir saygı biçimidir.[9] Temelinde bu türden bir karşılıklı güven ve saygı bulunan dayanışmanın yitirilmesi ile kamusal alanın yitimi arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim totaliter yönetimlerin öncelikle yapmaya çalıştığı şey, aslında tam da insanlar arasındaki karşılıklı güveni yok etmek ve herkesin birbirinden şüphe ettiği, korktuğu ve birbirini araçsallaştırmayı hak gördüğü bir toplum yaratmaktır. Kendi özgül bireyselliğimizin ortaya çıkması (görünmesi) için başkalarının varlığına ve onların verdiği yanıtlara ihtiyacımız vardır. O yüzdendir ki, özsel olarak egemen varlıklar değilizdir, olamayız. Politikanın varlığını gerekli kılan da zaten, insanın bu çoğulluk ve başkasına ihtiyaç duyma durumudur. Verili kimlikler (ve sosyal statüler, ünvanlar,vb.) sadece bizim “ne” olduğumuzu anlatabilir; “kim” olduğumuzu ise oluşturulmasında hiç dâhlimiz olmamış verili kimlik tanımlarının kolaylığına sığınarak değil, bu dünyada özellikle görünür olduğumuz kamusal alandaki duruşumuzla, aldığımız tutumlarla, seçimlerimizle, kısacası eylemlerimizle ortaya koyarız. Eylem sadece onu gerçekleştiren kişinin çıkarlarını, amaçlarını ve ihtiyaçlarını ifade edip uygulamakla kalmaz, bizzat öznenin “kim” olduğunu gözler önüne serer. Kişilerin özgün nitelikleri, yani “ne oldukları” değil “kim oldukları”; kamusal alandaki özgür eylemleri, bağışlama kapasiteleri, söz verme ve verdikleri sözleri tutabilme yetileriyle ortaya çıkar. Kamusal eylem ve dayanışma, kişinin kendi özgül çıkarlarına değil de, ortak dünyaya karşı duyduğu sorumluluğa, duygulardan ziyade politik dostluğa, ilkelere ve diyaloga dayanır. Bu tutumun anlaşılabilmesi açısından, Arendt’in, (ilkeli) dayanışmayı, “kardeşlik” (fraternity) ile karşılaştırması açıklayıcı olabilir. “Kardeşlik”, Fransız Devrimi ile politik alana çıkmıştır ve paryalar arasındaki, “ezilenler ve eziyet görenler, sömürülenler ve aşağılananlar” arasındaki doğal ittifakı ifade eder, yurttaşlar arasındaki dayanışmayı değil.”(abç.)[10] Dolayısıyla, politik bir ittifak değildir. Oysa dayanışma ya da dostluk, politik taleplerde bulunur ve böylelikle bu dünyaya ilişkin politik kanaat alış verişine ve ilkeler etrafında kurulan politik birlikteliklere imkân tanır. Arendt bir yandan ezilenler arasında var olan kardeşlik duygusunun önemini azımsamazken, diğer yandan politik eylemin paylaşılan acıya ve ıstıraba dayandırılamayacağını vurgular. Ne duygular, ne de duygusal bir hümanizma politik eylemin geçerli temeli olabilir: “İnsanlık sevgisi, kendisini, dünyayı başkalarıyla paylaşmaya ne kadar hazır olduğumuzda” gösterir.[11] (abç.) Arendt’in, “bütün gerçek sorunları karanlığa gömen [üstünü örten] sahte bir duygusallığa (sentimentalizm)” karşı uyarısı Richard Sennett’in “yakınlık kültürü” ne yönelttiği eleştiriyle örtüşür. Sennett, modern toplumda mahremiyetin ve yakınlığın ortaya dökülmesine, duyguların kamusal alanda da doğrudan ifade edilmesine büyük değer veren “yakınlık ideolojisi” nin kamusal alanı ve kamusal insanı yıkıcı bir işlev gördüğüne işaret ederek bu durumun eylemin niteliğinden çok eyleyenin karakterine, samimiyetine vb. önem verilmesine yol açtığını söyler. Yakınlık kültürünün yükselişi, sistematik biçimde “politik kategorileri psikolojik kategorilere” dönüştürmekte, geriye sadece sahte politikanın göstergesi olan “şahsiyet politikası” (politics of personality) kalmaktadır.[12] Bu tür bir şahsileşmiş politika ve yakınlık kültüründe, tartışma ve polemik, sadece insanları ya birisine karşı ya da birisinden yana olmaya, birbirlerini ilkesizce desteklemeye ya da yerin dibine batırmaya sevk ederek bölmekten başka bir şeye yaramaz. Buysa birbirini dinlemenin, karşılıklı konuşmanın ve ortak eylemin uzamı olan kamusal alanın çöküşü demektir. Yakınlığın politik karşılığı olan kardeşlik (fraternity) politik olarak kuşkuludur, çünkü bazen yararlı olabilse de kamusal alanda gerekli olmadığı gibi, bizzat kamusal alan tarafından yaratılan mesafeyi yok edici bir özelliği vardır. Yakınlığın politik karşılığı olan kardeşlik (fraternity) politik olarak kuşkuludur, çünkü bazen yararlı olabilse de kamusal alanda gerekli olmadığı gibi, bizzat kamusal alan tarafından yaratılan mesafeyi yok edici bir özelliği vardır. Dostluk, varlıkları ne olduklarına değil, neyi paylaştıklarına bağlı olan insanlar arasındaki mesafeye ve ayrılığa saygı gösterdiği için dünyaya karşı sorumluluğu ifade eder. Nazım Hikmet’in dizlerinde yansıyan da budur: “Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık, Aynı ekmek, aynı hürriyet ,aynı hasret için ölebiliriz.” Gerçekten de önemli olan ,dostların birbirlerine ne kadar yakın oldukları, ne sıklıkta “selamlaştıkları” değil, ortak amaçlar için birlikte hareket edip etmedikleridir. FARKLILIĞI YÜCELTMEDEN ÇOĞALTABİLMEK Buna karşılık bireysel benliğini ne pahasına olursa olsun korumak isteyen kişi, iktidarı tek kişinin malı olarak gördüğü ve tekin egemenliğini –bir tür totalitarizm- kurmaya çalıştığı için, başkalarıyla birlikte hareket içinde doğan gerçek politik iktidarı oluşturamaz. Bu tür özne, “öteki”ni daima bir tehdit, denetlenmesi ve bastırılması gereken bir düşman olarak görecek ve haliyle, böyle bir düşmanla dayanışmaya yanaşmayacaktır. İlkeli dayanışma kavrayışı, kapsayıcı bir ortak kimlik ve rasyonel öz-çıkarla tanımlanmaz, aksine ilkeli bir anlaşmazlığın varlığını kabul eder. Kamusal alanın gerçekliği, “ortak dünyada aynı anda serimlenen sayısız perspektife ve boyuta” bağlıdır. Kamusal alanda “görünme”nin ve “işitilme”nin anlamı, herkesin farklı bir noktadan görmesinden ve işitmesinden kaynaklanır. Ortak dünya, kamusal alanda “kendinde şey” olarak var olmaz, tersine belli bir olaya ışık tutan perspektifler ve yorumlar, yani tartışma aracılığıyla ortaya çıkar. Demek ki, ortak çıkarlar ne “orada bir yerde” kendiliğinden vardır, ne de ortak bir kimlik ya da çıkar tarafından önceden verilmiştir. Dayanışmanın koşulları önceden verilmediği gibi üyeleri de önceden belirlenmemiştir. Tersine, belirli bir olgu ya da sorun karşısında anlaşmazlığa düşen insanların konuşarak, tartışarak ortak bir durum yaratmaları sonucunda ulaşılan bir şeydir. Ortak olan şey, onlara içkin, özlerinden getirdikleri bir şey değil, bir durumun “içinde” olan, o durumun nasıl tanımlandığına bağlı olan bir potansiyeldir. Zaten kendilik/benlik dediğimiz şey, sürekli farklılaşan, yapılıp bozulan, çoklu, sabit bir kimliğin donmuş sınırlarına sıkışmayan, sürekli değişen ve oluş halindeki bir olgudur. Dolayısıyla buna en uygun politika yapma biçimi de sürekli tartışmaya, değişmeye, yani insan eylemine açık olan ve herhangi bir kalıplaşmış kimlik çıkarına bağımlı olmayan, ama aynı zamanda kimliğin tanınmasına ve beklentilerine de açık olan, sürekli yeni ilişkiler yaratan potansiyel olarak muhalif bir politika tarzıdır. Burada muhalif toplumsal hareketler açısından sorun, ırksal, etnik, cinsel vb. kimlikleri ve farklılıkları eşitlik adına silmeye çalışmayan, homojenleştirici olmayan bir teori inşa etmeye çalışırken farklılığı yüceltmeden, mutlaklaştırmadan çoğaltabilmek. Var olan kimlik politikaları, farklılığın yüceltilerek taşlaşmasına ve sonuçta politik eylem yoluyla herhangi bir değişiklik yaratılamamasına yol açıyor. Bu, “aramızdaki dünya”yı yok etmektir çünkü artık karşılıklı konuşmanın, etkileşimin ve sonuçta ortak hareketin yerini, herkesin kendi sabit konumundan -kendi mevziinden- yaptığı “salvo atışları” almıştır. Oysa Yahudi, Kürt, Türk, kadın, erkek vb. vb. olmanın birçok farklı yolu olabilir ve sorun bunların tümünü tanıyabilecek bir zihniyet genişliğine ulaşmaktır. Kimlikler kesin konturlu olmadığı gibi kendi içlerinde kırılmalar, boşluklar, eksikler barındırırlar ve mağdur kimliği de bunlardan masun değildir. Hiçbir zaman tümüyle “dışarıda” olmayan mağdur kimliğinin kendisi de istikrarsızdır ve içerdiği farklı katmanlar nedeniyle ezme-ezilme (iktidar) ilişkisine açıktır. DÜNYAYI BAŞKALARIYLA PAYLAŞMASINI BİLMEK Çoğulluğun ve farklılığın bastırılması, aslında kamusal alanın yok edilmesi ve bütün ötekilerin boyunduruk altına alınması sonucunu getirir. Ya da gerçek dünyanın yerine, ötekilerin var olmadığı muhayyel bir dünyanın geçirilmesine yol açar. Bu tehlikeye, politik alanın donmuş kimliklerden arındırılması, çeşitliliğin ve yenilenebilirliğin korunmasıyla ve kimlik dediğimiz şeyin kutuplaştırılmış, kalıplaştırılmış tanımlara hapsedilmesini reddederek karşı koyabiliriz. Bunu, şu anda varolan “çoğul kimliğimizi” oluşturan farklı kimlik boyutlarımızı bastırarak, inkâr ederek değil, tersine hem kendimiz onları tanıyarak, hem de başkaları tarafından tanınmaları için politik alanda mücadele ederek yapabiliriz; yani, bir yandan kimliğimizin reddedilen, ezilen yönüne sahip çıkarken onun içine hapsolmayarak! Kendilik dediğimiz şey aslında bir çoğulluktur, kimlik de yapıp ettiklerimizin, söz ve eylemlerimizin ürünü… Politik arena, var olan kimliklerimiz arasında dolaşabildiğimiz, hatta daha iyisi sürekli yeni kimlik boyutları yaratabildiğimiz bir uzamdır. Bu yeni kimliklerin “yeniliği”, eyleyen kadın ve erkeklerin kendilerini ortaya koydukları ve geleceğe bıraktıkları yeni öykülerin başlamasını sağlar. Böylece var olduğumuz kamusal alanlarda sürekli yeni ilişki ağlarının içine girer ve yeni gerçeklikler yaratırız – dünyayı değiştirmek istiyorsak, başkalarıyla birlikte eylemekten başka çaremiz yoktur! Dayanışma dediğimiz şey de, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için onu başkalarıyla paylaşmaya hazır olmak ve bunun gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmek. Tıpkı Hrant Dink’in yapmış olduğu gibi… Bunun temel nedeni, her birimizin farklı oluşudur. Hepimiz aynı olsaydık iletişime de, eyleme de ihtiyaç olmazdı. Herkes başkalarının ihtiyaçlarını, isteklerini, umutlarını ve düşlerini sezgisel olarak bilirdi çünkü zaten bunların tümü kendisininkilerle aynı olurdu. Politik yaşamda iletişimin ve birlikte hareketin gerekli olması, aynılık iddiasının ve dolayısıyla da içkin bir aynılığa dayandırılan grup kimliğinin ya da dayanışmasının anti-politik olduğunu ortaya koyar. Ama tabii, hepimiz kökten farklı olsaydık da gene ne iletişim ne de ortak hareket olurdu. Bunlar, bireyler arasındaki belirli bir aynılığı öngörür, Arendt’in deyişiyle herkesin insan olmasını…[13] Aynılık ve farklılığımızın kabulü; hem verili kimliklerimiz ne olursa olsun tek tek bireyler olarak benzersizliğimizin ortaya konmasını hem de birbirimize ait olma, yaşamlarımıza ve ortak dünyamıza birlikte ihtimam gösterme ve nihayet bilinçli olarak birlikte eyleyerek dünyayı değiştirebilmeyi öngören dayanışmanın temeli. Dayanışma dediğimiz şey de, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için onu başkalarıyla paylaşmaya hazır olmak ve bunun gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmek. Tıpkı Hrant Dink’in yapmış olduğu gibi… --- [1] F. Berktay, Kültürel Haklar Atölyesi’nde tutulan notlar, 12 Mayıs 2001, özel arşiv. [2] Aynı yerde. [3] Aynı yerde. [4] Hannah Arendt, akt. F.Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek, Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, Metis, 2012. [5] J. Ranciere, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, Ara-lık, 2005, s.60 vd. ; akt. Özgür Soysal, “Ranviere’de Politik Olanı Yeniden Düşünme Girişimi”. [6] Jodi Dean, The Solidarity of Strangers: Feminism After Identity Politics, University of California Press, 1996, s. 48 ve Judith Butler, Cinsiyet Belası, Metis, 2008, s. 47-48. [7] Hannah Arendt, On Revolution,The Viking Press, 1963, s. 149. İnsanlık Durumu’nda tarihsel olarak şiddeti, insanları nesneleştirdiği ve karşılıklılık unsurunu içermediği için zorunluluğun hüküm sürdüğü özel alanın parçası olarak gören Arendt, özellikle 1960’lardaki başkaldırı eylemleri dolayısıyla şiddetin kamusal konulardaki işlevini de araştırmaya girişti. Özünde anti-politik olduğu kanaatini muhafaza etmekle birlikte, çağdaş kamusal alanda şiddetin patlak vermesinin beklenebileceğini ve her zaman ahlak dışı ya da savunulamaz olmadığını vurguladı. Argümanının temeli, iktidar ile şiddet arasında yaptığı ayrım ve gerçek iktidarın olmadığı yerde boşluğu şiddetin dolduracağı düşüncesidir. [8] Jana Sawicki’nin dikkat çektiği gibi, “kimlik politikası” atomize olmuş, soyutlanmış benlik problemiyle; bireylerin, politik hedefler yerine kendi kimlikleriyle meşgul olmalarıyla ilişkilidir. “Bu türden kimlik politikası, bir topluluğa kimin gerçekten dahil olduğu konusunda yapılan iç mücadelelerle uğraşıldığından çoğunlukla kendi kendisini sabote eden bir nitelik taşır.” (“Identity Politics and Sexual Freedom”, Feminism and Foucault, der. Irene Diamond ve Lee Quinby, Northeastren University Press, 1988, s.187.) [9] P. Hansen, “Hannah Arendt and Bearing with Strangers”, Contemporary Political Theory, 2004, 3, s. 20. [10] Men in Dark Times,Harcourt Brace Jovanovich, 1968 s. 21. [11] Aynı yerde, s.25. Dolayısıyla örneğin sıcak duygularla örülmüş bir “kız kardeşlik”; “iyilik”, “merhamet”, “paylaşılan sevinç” vb . duygulara kaynaklık edebilse bile, feminist bir politik topluluk ihtiyacına cevap veremez. [12] R. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, 2010 (3. Basım). [13] “Eylemin ve konuşmanın temel koşulu olan insan çoğulluğu, eşitlik ve ayrılık ikili niteliğine sahiptir. Eğer insanlar eşit olmasalardı, birbirlerini ve kendilerinden öncekileri ya da sonra gelecekleri anlayamazlardı ve geleceğe yönelik plan yapmaları, kendilerinden sonra geleceklerin ihtiyaçlarını öngörmeleri mümkün olmazdı. İnsanlar ayrı olmasalardı...anlaşılmak için ne konuşmaya ne de eyleme ihtiyaç duyarlardı. İşaretler ve sesler, özdeş ihtiyaçları ve istekleri iletmek için yeterli olurdu.” H.Arendt, THC, s.156.
Kabileye sadakat değil politik dayanışma
Politikyol
“Hepimiz Ermeniyiz” diyenlerin özdeşleştikleri herhangi bir etnik grup değildi. Ermenilik burada, Ranciére’ in terimleriyle ifade edecek olursak, “verili kimlikleri paylaştıran” egemen düzenin haksızlığının bir parçası olmayı reddeden öznelerin eşitliği onaylayabilecekleri bir “boş” öznellik konumuydu.
Hrant Dink’in aziz anısına…
Çok yıllar önce, 11-12 Mayıs 2001’de, “Sivil Anayasa Girişimi” yaklaşık dört yıl sürdürdüğü ve benim de katıldığım çalışmayı noktalamak amacıyla “AB Yolunda Devlet-Sivil Toplum Diyaloğu” başlıklı bir sempozyum düzenlemişti. Açılış Oturumu’nun ardından davetli katılımcılar 3 ayrı atölyeye ayrıldılar ve “Hukuk ve Yargıda Reform”, “Yönetimde Reform ve Saydamlık” ve “Kültürel Haklar” konularını iki gün boyunca derinlemesine tartıştılar. Benim kolaylaştırıcılık yaptığım “Kültürel Haklar” atölyesinin katılımcılarından biri Hrant Dink’ti. Tartışmalar sırasında ortaya çıkan temel ayrım, “kendi kültürünü yaşamak”, yani “kültürel kimlik” ile “yurttaşlık” veya “kamusal kimlik” arasındaydı. Birçok katılımcı kültürel kimliği yaşama isteğinin farklılığı, yurttaşlık üst kimliğinin ise aynılığı vurguladığına, buna karşılık bu ikisini birleştirebilen ve farklılıkları kucaklayabilen bir anlayışın ve yapının oluşturulamadığına dikkat çekiyordu.
Dink’in bu noktadaki katkısı çok anlamlıydı: “Var olan yapı bir teklik dayatıyor ama böylelikle bana her an farklılığımı hatırlatıyor” diyordu. Ancak hemen ardından kimlik/farklılık vurgusunun bir “moda uyanış” olması konusunda uyarıyor ve “öteki”nin başkalarını ötekileştirme tehlikesine işaret ediyordu.[1]
Atölyede “tebliğ eden devlet” ile “dilekçe veren yurttaş” arasındaki asimetrik ilişkinin yerini iki “ergin ve eşit” taraf arasındaki karşılıklılık ilişkisinin alması gereği tartışılırken de gene Dink, “bizim tavrımızın” da eleştiriye tabi tutulması ve “biz”deki mutlakçılık eğilimiyle de hesaplaşılması gerektiğini vurgulamıştı. Çünkü mesele salt “haklı olmak” değil, bu haklılık konusunda karşıdakini “ikna” edebilmek ve böylelikle bir şeyleri “hâsıl edebilmekti”. Karşıda “her dokunduğunu sorun haline getiren bir devlet”in bulunduğu doğruydu ama “kimlik politikası” nın da sorunları vardı.[2]
Aynı oturumda Karin Karakaşlı da benzer bir yaklaşımı dile getirmiş ve azınlıklar sorununun demokratikleşmeyi içerdiği için toplumun tümünün meselesi olduğuna dikkat çektikten sonra “dâhil olmak istiyorum ama kendim kalarak ait hissetmek ve kendimi ifade etmek istiyorum” demişti. Ayrıca harika bir ifadeyle “nostaljinin banalitesi” ne, yani egemen kültürün azınlık kültürlerinin ardından artık kaybolmuş birer renk olarak “ah vah” etmesinin “ucuz popülizmi” ne de vurgu yapmıştı. Karakaşlı’ ya göre, “bütün azınlıkların kendi varlıklarını çoğaltma hakları vardı ve tek bir kimliğin cenderesine girmekten kurtularak çoğul kimlikler sayesinde kimliğin lanet değil, nimet haline gelmesi” gerekliydi.[3] (abç.) Gerek Dink’in, gerekse Karakaşlı’ nın bunca yıl önce savundukları görüşler, “politik işbirliği ve dayanışma” konusu açısından hala can alıcı bir önem taşıyor.
Yorumlar
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Bakan Fidan: HTŞ, yıllardır bizimle işbirliği içinde oldu
İstanbul'da deprem meydana geldi