Seçimlerin kazanılması sadece yeni bir başlangıç olacak. Hiçbir şey hemen çözülmeyecek. Ama umudu yakalayacağız. Her şeyin daha iyisini yapabilmek için konuşup düşünebileceğimiz bir Türkiye’yi yakalamamız mümkün.
Geçen
yazımda, 14 Mayıs’ın bir yandan demokrasi ile otokrasi arasında bir referandum, bir yandan da birbirinden net olarak ayrışan iki ayrı yönetim ve güç paylaşımı modeli arasında bir tercih olacağını yazmıştım.
Bugün bu oluşmakta olan modelin diğer önemli boyutlarını ve neden sadece Türkiye’de değil dünya ölçeğinde öneme sahip olduğunu biraz açmak istiyorum. Çünkü dünyada bir demokrasi krizi var. Brezilya’dan ABD’ye, Hindistan’a ve Macaristan’a kadar demokrasiler, Trump, Bolsonaro, Modi ve Orban gibi siyasetçilerin sergilediği, 21. Yüzyıla özgü otoriter siyasetler karşısında bocalıyor. Bu siyasetler popülist, milliyetçi, dinci gibi (bence oldukça yanıltıcı) sıfatlarla tanımlanıyor.
Ve henüz kimse bu krizin nasıl aşılacağının reçetesini bulabilmiş değil. Tüm bu ülkelerdeki demokratlar, Türkiye’de muhalefetin yanıtlamaya çalıştığına benzer sorularla uğraşıyor. Bu soruların merkezinde iki muamma var:
Birincisi:
Demokrasinin oldukça yerleşmiş olduğu ülkelerde neden geniş kitleler bu tür yeni otoriter siyasetleri destekliyor?
İkinci soru ise: bu
tarz siyasetler demokratik muhalefetlere karşı nasıl başarılı oluyor ve nasıl yenilebilirler?
Bu soruları yanıtlamadan dünyada demokrasi krizini aşmak ve demokrasiyi yeniden inşa etmek mümkün değil.
Türkiye bu tür 21. Yüzyıl otoriterliğinin yirmi yıldır iş başında olduğu erken örnekler arasında.
İşte eğer muhalefet 14 Mayıs’ta iktidarı halkın oyuyla değiştirir, sonra da başarıyla yönetip adil bir demokrasi inşa edebilirse, bu, dünya ölçeğinde önemli bir örnek olacak.
Kanımca dünyadaki demokratik krizinin temelindeki iki temel problem yatıyor. İşte Türkiye’de muhalefet, bunlara reçete olabilecek iki siyaset tarzı geliştirdi. Birini oldukça olgunlaştırdı, belki en çetrefilli olan ikincisi konusunda ise gelişme yolunda.
Dünyada demokrasilerin bocalamasına yol açan ve demokrasi krizini körükleyen birinci problem şu:
- Çağımızın otoriter siyasetleri bunu açıkça söylemiyor. Devrimci veya darbeci güce ve şiddete dayanmıyor. Demokrasiye tümden karşı da çıkmıyor. Aksine, demokrasi sayesinde ve onu ilerletmek iddiasıyla iktidara geliyorlar. Sonra da adım adım yine demokratik sistemlerin imkânlarını kullanarak ve boşluklarını sömürerek iktidarlarını konsolide ediyorlar. Kutuplaştırma, popülizm, muhalefeti dezenformasyon yoluyla itibarsızlaştırma ve bölme, kendilerine bağımlı tabanlar yaratmak gibi yöntemler kullanıyorlar. Bu yöntemlerle başa çıkmak örneğin darbeci bir orduyla veya kökten dinci bir hareketle mücadeleden çok daha karmaşık yöntemler gerektiriyor.
Türkiye’de muhalefet bu tür otoriterlikle tek tek parti veya ideoloji olarak başarılı olmanın mümkün olmadığını,
olağanüstü bir demokratik siyaset gerektirdiğini zaman içinde anladı. Dolayısıyla demokrasi-otokrasi ekseninde,
normal siyaset ötesinde bir amaç doğrultusunda birleşti. “Birleşerek kazanacağız” sloganıyla gücü paylaşmaya yönelik bir ittifak siyaseti geliştiridi. Kutuplaştırmanın ne kadar zararlı olduğunu anladı ve kutuplaştırma karşıtı kendine özgü bir dil ve tavır geliştirdi. Son olarak, bu tür siyasetin mevcut demokratik sistemlerin boşluklarından yararlandığını kavradı. Dolayısıyla, bu boşlukları kapatmak, demokratik sistemin ıslahı temelinde, yani “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” hedefinde uzlaştı.
Tabii eksikler çok. Siyasal Partiler Kanunu gibi daha bir çok konuya el atmak gerekecek.
Şimdi gelelim en çetrefil meseleye.
- Mevcut demokrasi krizinin altında, günümüzdeki küresel ekonomik sistemin kurumsal, sistemsel ve ideolojik çıkmazları yatıyor. Mevcut sistemler, en başarılı ve gelişmiş ekonomiler dahil olmak üzere tüm ülkelerde eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri sürekli büyütüyor. Sorunlar yapısal. Thomas Piketty gibi düşünürlerin gösterdiği gibi, 1970’lerden beri kapitalist ekonomilerde büyüme eşitsizliği ve sosyal adaletsizliği, hem zengin-yoksul arasında, hem de zenginler arasında sürekli artıyor. “Kazanan her şeyi alır” ekonomileri oluşuyor ve aşırı servetin ve eşitsizliğin oluştuğu her yerde olduğu gibi siyasette ve ekonomide “beyaz yaka suçlar” (white collar crimes) ve yolsuzluk normalleşiyor. David Graber gibi düşünürlerin gösterdiği gibi, beyaz yaka işlerin önemli kısmı üretkenlikten ve insan hayatına anlam katmaktan uzaklaşıyor. Eğitim ve bilim araçsallaşıyor ve değersizleşiyor. Dil bile değişti: bilim insanlarına ve akademisyenlere artık (sipariş iş yapan?) “araştırmacı” deniyor. Müthiş bir teknolojik gelişme var. Ama teknolojik gelişmeden istifade etmemiz gerekirken onun peşinden sürükleniyoruz. Siyaseti kamu yararına kullanamıyoruz ve “ortak akıl” oluşturamıyoruz. Göz göre göre bir iklim ve kendi yarattığımız açlık ve susuzluk krizlerine sürüklendiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Bu sorunlara yönelik demokratik siyasetler çözüm ve üretemiyor.
Sadece “hukuk devleti” demek yetersiz, bu sorunlar AB’de bile hızla derinleşiyor.
İşte bu sorunlar karşısında dolaylı veya dolaysız yoldan ezilen ve endişe içinde yaşayan kitlelere günümüz otoriterleri, yanıltıcı teşhisler ve yalancı çözümler sunarak desteklerini alıyorlar. Bir virüs gibi, sistemin zayıf noktalarını ele geçiriyor ve tedavi etmek şöyle dursun hem sistemi hem de kendilerini içten çürütecek politikalar öneriyorlar.
Ülkemizi yöneten Cumhur İttifakı bunun mükemmel bir örneği. Yoksulluğa karşı çözüm değil merhem öneriyor. Aynı şekilde “asrın liderinin” tarım ve iklim krizinden sosyal adaletsizliğe, yolsuzluğa, uyuşturucuya ve güvenliğe çağımızın sorunlarına karşı, dünyaya ve Türkiye’ye önerdiği olumlu ve barışçı bir çözüm ve gelecek yok.
Zaten toplumu öyle böldü ve gerdi ki, depremi ve kuraklığı bile akıl ve kamu yararı temelinde konuşamıyoruz.
İşte bu hâl ve şerait içinde Türkiye’nin en büyük şansları:
Sosyal adalet, bölüşüm, eğitim, doğa ve kamu yararı gibi değerlere sürekli vurgu yapan bir 13. Cumhurbaşkanı adayı çıkarmış olması. Kemal Kılıçdaroğlu’nun maddi anlamda son derece kanaatkâr bir yaşam tarzına ve hayat görüşüne sahip olması. İçine doğduğu mütevazı koşullardan bulunduğu yere eğitim sayesinde gelmiş olası. Kılıçdaroğlu’nun sosyal adaletsizlikleri gidermek ve yolsuzluklamücadele için elinden geleni yapacağına, ama bunun için büyük desteğe ihtiyacı olacağını düşünüyorum.
Aile Destek Sigortası gibi, eğer uygulanabilirse devrim niteliğinde olacak olan sosyal adaletçi projeler.
Özellikle 2019’dan beri muhalefet elindeki belediyelerin, kaynakları AVM’lere ve rezidanslara değil kreşlere, yurtlara, yerel tarıma, yeşil alanlara ve altyapıya aktaran, kadınlara ve gençlere yatırım yapan, bilimden yararlanan uygulamaları. Diğer belediyeler yanında, bu konularda öne çıkan ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak olan İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları
Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Tunç Soyer öncülüğünde düzenlenen
İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi gibi başarılı organizasyonlarda olduğu gibi, işe bilimle ve tartışarak başlamak vizyonu.
Ancak bu konularda muhalefetin daha yol alması gereken çok yol olduğu kesin. Bu konularda elbette Millet İttifakı içinde önemli ideolojik farklılıklar var.
Ama Millet İttifakı’nın en önemli prensiplerinin, ortak akla ve asgari müştereklere dayanmak olması yine bir fırsat.
Seçimlerin kazanılması sadece yeni bir başlangıç olacak. Hiçbir şey hemen çözülmeyecek. Ama umudu yakalayacağız. Her şeyin daha iyisini yapabilmek için konuşup düşünebileceğimiz bir Türkiye’yi yakalamamız mümkün.
Bu bağlamda Emek ve Özgürlük İttifakının, HDP, Yeşil Sol Parti ve TİP’in başarısı da Türkiye için büyük bir fırsat olacaktır. Ancak bu şansın kullanılabilmesi için başta TİP olmak üzere EÖİ’nin seçim sonrası ortak aklın parçası olması, popülizmi ve parti başarısını değil uzlaşmayı öncelemesi kritik olacak.
İkinci Yüzyılda Cumhuriyet mutlaka ve gerçekten kimsesizlerin kimsesi olmalı. Dünyada adalet ve eşitlik, doğa, sosyal hareketlilik, eğitim, bilim ve erdemin yüceltildiği bir vaha ve örnek olmalı.