Farklı bir yere gidince oradaki izlenimleri aktarmak önemli diye düşünüyorum ve mümkün olduğunca yapmaya çalışıyorum. Çok okuyan mı bilir çok gezen mi klişesinde sanıyorum ki bir miktar çok gezen’e meyli olanlardanım. Elbette “görerek” gezildiği sürece bu mümkün, bakarak değil.
Maalesef ülkede geldiğimiz noktada artık “gezmek” çoğunluk için imkansızlaştı. Bir hak olan tatil, lüks haline geldi. Yurtdışına çıkmak bir yana komşu kentin yeşilliğini görmek bile yük artık. Düşünsenize İstanbul’da bir süredir trafik sorunu azaldı. Zaruri sebeplerden tabii, benzine yapılan zamların insanları getirdiği nokta araba kullanmamak oldu. Bu içler acısı durumu, trafiği azalttık diye halka yedirmeye çalışacak AKP mensupları da olacaktır elbet. Ama halkın konuya Ajda Pekkan’ın “Metroya da metrobüse de hiç binmedim, hele Marmaray’ı çok merak ediyorum, vapura binmek de çok istiyorum” heyecanıyla yaklaşmadığı kesin.
Kime İran’a gidiyorum desem yüzünün aldığı hal bir tuhaf oluyordu. Ben gülüp “Ne olmamamız gerektiğine yakından bakacağım” deyince bir rahatlama geliyordu gözlerine.
Biz de bu yoğunluk ve moral bozukluğu içinde belki bir parça nefes olur diye, ucuza getirmek için enflasyonu bizden yüksek olan neresi var diye ciddi ciddi düşünüp, İran’a gitmeye karar verdik. Hoş, benim gerçekten de merak ettiğim ve içeriden gözlemlemek istediğim kadim bir medeniyet zaten İran. Lakin, kime “İran’a gidiyorum, o tarihte İran’da olacağım” desem yüzünün aldığı hal bir tuhaf oluyordu. Sanıyorum bunun iki sebebi vardı: Birincisi İran’ın dış politikanın tehlikeli çukurlarından biri olmasıydı. İran’a gitmek tehlikeli bir durum arz etmekteydi. Acaba tehlikede miydim veya tehlikeli miydim? İkincisi, İran’ın gezilebilecek bir yer olmadığının düşünülmesiydi. İran’a niçin gidilirdi ki? İşte onlar bunları hızla kafasından geçirirken ben gülüp “Ne olmamamız gerektiğine yakından bakacağım” deyince bir rahatlama geliyordu gözlerine.
Tabii, ne olmamamız gerektiğine yakından bakmak ne kadar işlevsel olabilir ki, diye de düşünülebilir. Fakat bizler hep “ne olmamız gerektiğine bakmaya” alışkın değil miyiz? Alışkanlıkları kırmak bakış açısı değiştirmeye katkı sunmaz mı? İyi makamlara gelince tabanı unutmak veya “karşı mahallenin” gazetelerine kanallarına göz atmamak da benzer sebeplerden değil mi? Sanıyorum kafayı diğer tarafa çevirmek beynimizin rutin işleyişini kıran hareketlerden biri. Ve faydalı. E biraz da cesaret etmek gerekiyor.
İlk dikkatimi çeken derin yoksulluk oldu. İkincisi ise, her yerdeki Humeyni ve Hamaney resimleri, fotoğrafları. Tüm taksiler, İran’ın kendi ürettiği çok eski araçlar. Epey eski bir Peugeot kasasına kendi motorlarını takıyorlarmış.
Nitekim gittik. Karayoluyla geçtik Van sınırından. Beni alırken uzunca süre beklettiler anlayamadığımız bir şekilde. Pasaportumdaki ABD vizesi mi sorun oldu, diye sordum. Hayır deseler de bence sorun oydu. İlk dikkatimi çeken derin yoksulluk oldu. İkincisi ise, her yerdeki Humeyni ve Hamaney resimleri, fotoğrafları. Tüm taksiler, İran’ın kendi ürettiği çok eski araçlar. Epey eski bir Peugeot kasasına kendi motorlarını takıyorlarmış. Sanıyorum İran sonradan kasası dahil kendi yerli otomobilini de üretti fakat onlar ortalıkta pek görünmüyordu. Benzin doğal olarak çok ucuz. Bir de enerji tabii. Şöyle ki, Türkiye’de litresi 25 lira iken İran’da 2 lira. Ortalama böyle hesap ettik taksici beyle konuşurken. Bu yüzden taksi çok ucuz. Aynı taksici bey, Türkiye’deki ekonomik durumun İran’dan pek de farklı olmadığını, Türkiye’ye çok üzüldüğünü, Erdoğan’ın Türkiye’yi berbat hale getirdiğini söylediğinde birbirimize baktık ve ne diyeceğimizi bilemedik. Tebriz’e giderken yolda bir markette durduk. Hepsi bizim Anadolu kasabalarındaki 1960-70’lerden kalma bakkallar gibi. Yollar, evler, her şey eskiydi. Bu kadar eski bir medeniyetin, medeniyetsizlik yüzünden ne hale geldiğini en açık haliyle görüyorsunuz.
Benzin doğal olarak çok ucuz. Bir de enerji tabii. Şöyle ki, Türkiye’de litresi 25 lira iken İran’da 2 lira. Ortalama böyle hesap ettik taksici beyle konuşurken. Bu yüzden taksi çok ucuz.
Tam da Newroz zamanı gittiğimizden, her yerde Newroz’a ilişkin sloganlar, pankartlar, kutlamalar vardı. Zira, Newroz, yani Şemsi takvime göre 20 Mart İran için yeni yılın başlangıcı. O gün saat 19.00’da yeni bir yıla giriliyor ve tıpkı dünyanın her yerindeki yılbaşı kutlamaları gibi özel programlar oluyor, herkes birbirine sarılıp, ikramlarda bulunup yemekler düzenliyor. Tabii ki orası bir İslam Cumhuriyeti ve kutlamalar da son derece “mutaassıp”. Diğer deyişle, bir yere kadar coşku var. İran’da yeni yılın simgelerinden biri de “bereket masaları”. Hangi mekana girseniz bu masalarla ve simgelerle karşılaşıyorsunuz. Masada “s(sin)” harfiyle başlayan ve bereketi temsil eden elma, balık, sumak, yumurta gibi 7 simge yer alıyor. Bu masaları, simgeleri çeşitli şekillerde kamusal alanlarda da görüyorsunuz. Newroz zamanı uzun bir tatil oluyor ve özellikle ilk birkaç gün turistik bazı mekanlar dışında neredeyse hiçbir yer açık değil. Birçok restoran dahi kapalı. İran’da Newroz’a şahit olmak ilginç bir deneyim fakat bu bakımdan İran’ı görmek için çok da uygun bir zaman olmayabilir.
Tebriz’de çoğunlukla Azeri Türkleri yaşıyor ve neredeyse herkesle Türkçe anlaşabildik. Zaten İngilizce bilen neredeyse yok. İngilizceyi daha ziyade Tahran’da kullanmak durumunda kaldık. Ve hatta aramızda Kürtçe konuşan bir arkadaşımız da vardı, kimi yerlerde Kürtçe anlaştık. Tebriz’de kapalı çarşı dünyanın en büyük kapalı çarşısıymış. Gidelim, güzel birkaç şal bakalım, dedik ama ne gezer… Meğer İran’da herkes Türkiye’den alışveriş yapıyormuş. Şunu nereden bulabiliriz, diye sorduğumuzda bize açıkça güldüler. Biz size geliyoruz, dediler. Dolayısıyla, İran’a özgü belirli şeyler dışında İran’da alışveriş iyi bir fikir değil. İran’a özgü demişken, tabi “halı” geliyor akla direkt olarak. Tebriz Kapalı Çarşı’da Masoud Bey’le tanıştık. Bize İran halılarını en detaylı şekilde anlattı, gösterdi. Halılar tablo gibi. Hatta çerçeveyle satılıyor bir kısmı. “İran sanatı” diye bir şey olduğunu zaten en çok halılara ve camilere bakarken anlıyorsunuz. Meğer ilmik sayısıymış kilit nokta. 7 cm’de kaç ilmik olduğuna bağlı olarak değişiyor kıymeti halının ziyade. 90 yıllık, üzerine Hayyam’ın resmedildiği bir halı da gördük, geçen yıl dünya birincisi seçilen bir halı da. İran’da ortalama 2,5 liraya aldığınız bir halı iran dışında 5 lira. Halı merakı olanlar için buraya gelmek avantaj tabi.
Benzin ne kadar ucuzsa, yemek o kadar pahalı İran’da. En çok yemeğe para harcıyorsunuz. Çünkü üretim yok. Tarım yok. Kızıl çorak toprak. Yine Türkiye’nin bereketi geliyor insanın aklına. Ve bu berekete rağmen nasıl üretemediğimiz, dışa bağımlı hale geldiğimiz.
Tebriz’de çoğunlukla Azeri Türkleri yaşıyor ve neredeyse herkesle Türkçe anlaşabildik. İngilizceyi daha ziyade Tahran’da kullanmak durumunda kaldık. Ve hatta aramızda Kürtçe konuşan bir arkadaşımız da vardı, kimi yerlerde Kürtçe anlaştık.
İran sanatının görüldüğü yerlerden biri de camiler elbette. Hoş, onlar cami demiyorlarmış, “mescit” diyorlarmış. Toplu namazların kılındığı büyük camilere “cami” diyorlar yalnızca. Camilerde özellikle, çinileri izlemek mümkün. Fakat İran sanatını elbette Tahran’daki Gülistan Sarayı’nı gördüğünüzde anlıyorsunuz. Uçsuz bucaksız bir alanda, ışıltıdan ve işlemeden adeta gözlerinizin kanadığı bir ihtişam… Rıza Şah Pehlevi, Gülistan Sarayı’nda yalnızca taç giymiş ve resmi davetleri burada kabul etmiş; fakat daha sonra Kaçar Döneminde yapılan Sadabat Sarayı’na taşınmış ve orayı bir nevi yeniden inşa etmiş. 2 Saray ve 15 binadan oluşan bu kompleks görüntü bakımından Gülistan Sarayı’na nazaran daha sade görünse de çok daha büyük bir alanda inşa edilmiş.
İran’daki sınıflar arası uçurumun ne denli büyük olduğunu Kuzey Tahran’a geçtiğinizde anlıyorsunuz. Tahran’ın kuzeyi, zenginlerin yaşadığı, yüksek duvarlı villalardan, ihtişamlı apartmanlardan ve nispeten şık restoranlardan oluşan bir bölge. İran’da modern yaşamın, o yüksek duvarların arkasında olduğu söyleniyor. Kuzey Tahran’a geçtiğiniz anda her şey son derece keskin bir biçimde değişiyor. O eski arabalar yerini lüks ciplere bırakıyor. Kendinizi farklı bir ülkede gibi hissediyorsunuz. Demokrasinin olmadığı yerlerde derin uçurumlar olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
İran’daki sınıflar arası uçurumun ne denli büyük olduğunu Kuzey Tahran’a geçtiğinizde anlıyorsunuz. O eski arabalar yerini lüks ciplere bırakıyor. Kendinizi farklı bir ülkede gibi hissediyorsunuz.
İran’da elbette en merak ettiğimiz kısım, İslami yönetimin kamusal alana nasıl yansıdığıydı. Sınırdan geçer geçmez kadın arkadaşlarımla başlarımızı örttük tabi. Elbette, tam kapananlar var; fakat genel olarak örtünün hafif geriye kaydığı, saçın göründüğü bir formda örtünüyor kadınlar. Örtümüz çokça kereler başımızdan kaydı, kaydığı yerde kaldı, ama kimse herhangi bir uyarıda bulunmadı. Hatta şapkayla, bereyle, bandanayla dolaşanlar da vardı. Özellikle Tahran bu bakımdan çok daha rahat fakat bazı dini merkez haline gelmiş şehirlerde asla bu şekilde dolaşamayacağımızı, tam kapanmak gerektiğini belirttiler. Giyime kuşam konusunda, elbette dikkatli davranmanız gerekiyor fakat öyle uzun seracelerle gezen de pek yok. Ben örtüden dolayı yalnızca bir kez uyarıldım, o da sınırdan Türkiye’ye girerken. Bana afakanlar basmış olacak ki örtüyü omzuma alıverdiğimi gören bir polis “Halen İran sınırındasınız örtünün” dedi. Bana sorarsanız bir miktar kompleksten.
Oradayken, “Örtünmek zorunlu mu?” diye soran çok oldu. Ve hatta benim örtünmeme çok şaşıranlar da oldu. Bazı sorular “neden oraya gittim” yargılaması bile taşıyordu. Doğrusu, şaşırdım bu sorulara. İran gibi bir İslam Cumhuriyeti’nde örtünmenin turist de olsak zorunlu olduğunu, burada muhalefet veya protesto etmenin bir faydasının olmayacağını, gözaltına alınmanın çok kolay olduğunu vs. açıklamak zorunda kaldım. Bir yandan da özgürlükler konusunda halen tam olgunluğa erişmediğimizi düşünmeden edemedim.
İran’da kadınların özgürlük mücadelesi sürüyor. Fakat belirtmek gerekir ki, bu topyekun bir mücadele. Yalnızca örtü sorunu değil. Bütüncül bir demokrasi sorunu. Örtüyü zorunlu olmaktan çıkarabilirsiniz fakat hakiki demokrasi yerleşmediği sürece eşitsizlikler, yoksulluk, medeniyetsizlik devam edecek. İran halkı ne düşünüyor yönetim konusunda, diye sordum birkaç kişiye. İslam Cumhuriyeti’ne muhalif devrimci kişilerin zaten ne mecliste (İran’da bir meclis var ama işlevsiz, esas önem arz eden dini liderleri) ne de sokakta barındırılmadığını belirttiler. 2011’de Arap Baharı etkisiyle olan ayaklanmada herkesin katledildiğini, dolayısıyla kimsenin cesaret edemediğini anlattılar. “Bu halkla hiçbir şey olmaz” diyen de oldu. Demokrasi isteyenlerin sayısı hiç de az olmasa da kanıksamanın çok fazla olduğundan yakındılar.
Oradayken kendi aramızda şu meşhur “Türkiye İran olur mu?” klişesi üzerine konuştuk biraz. “Olmaz” hepimizin birleştiği cevaptı. Atatürk devrimi görmüş bir ülkenin o hale gelmesi oldukça düşük ihtimal.
Oradayken arkadaşlarla kendi aramızda şu meşhur “Türkiye İran olur mu?” klişesi üzerine konuştuk biraz. “Olmaz” hepimizin birleştiği cevaptı. Kurtuluş mücadelesi vermiş ve Atatürk devrimi görmüş bir ülkenin o hale gelmesi oldukça düşük ihtimal. Fakat bu demek değil ki tehlike yok; tehlike daima var. Bizler çok çalışmak zorundayız. Kanıksamamak zorundayız. Sınırdan girince elimizi toprağa sürüp derin bir nefes alıyorsak, daha da çok çalışmamız ve asla kanıksamamamız gerektiğini bilmek zorundayız.