Ekonomik krizlerin otoriter yönetimlerin düşmesini kolaylaştırdığı doğru. Ama ağır krizler sayesinde iktidarını sürdüren örnekler de var. Bazı toplumlarda krizler kendiliğinden iktidarı zayıflatmıyor.  Özet ifadeyle tek çözüm ve olası çıkış yolu; muhalefetin ve toplumun ortak ve hızla artan bir kararlılıkla seçimi ve gerçek bir siyasal değişim programını talep etmesi. Son günlerde gündeme, Cumhur İttifakı’nın desteklediği Cumhurbaşkanlığı hükümetinin, ilk bakışta akıllara ziyan gözüken iki politikası damga vurdu: - Yeni bir (hem de iki yüz puan!) faiz indirimi (Kıssadan hisse: diğer bir değişle Türk Lirası’nı uçurumdan aşağı atma, ülkeyi hızla daha da yoksullaştırma ve hiperenflasyon/iflas tehlikesi) - Ülkenin dış ilişkilerinde kritik önemde on ülkenin büyükelçisini “istenmeyen kişi” ilan etmek (Kıssadan hisse: diğer bir deyişle Türkiye’yi dünyada hızla ikinci sınıf ülke konumuna düşürme ve devleti daha da yalnızlaştırma, başta Kavala tutukluluğu olmak üzere ülkedeki hukuksuzlukları da bu yolla dünyanın çok daha fazla konuşması/öğrenmesi) Bunun üzerine herkesin sorduğu soru şu: İktidar bu ilk bakışta akıl dışı gözüken politikalarla ne yapmaya çalışıyor? İktidar içinde bu politikaların ülkemiz, geleceğimiz, çocuklarımız için vahim sonuçlarını gören veya gördüğünü söylemeye cesareti olan kimse kalmadı mı? Yeterince sorulmayan bir soruyu da ben ekleyeyim: Peki hep beraber geleceğimizin hızla yok olmasını engellemek için muhalefet (ve toplum) ne yapmalı? Yanıtımı en baştan yazayım: Bu (demokrasi ve toplum yararına düşünülürse) akıl dışı gözüken gayretler ancak ve ancak, ülkede antidemokratik yollardan iktidarda kalmaya yönelik bir karmaşa, bitkinlik ve yalnızlık iklimi yaratma çabasıyla açıklanabilir. Başka tamamlayıcı nedenler ve olası saikler, bir taşla iki kuş vurma motivasyonları bu temel ve belirleyici dinamiği değiştirmiyor. Buna meydan vermemek ve buna yönelik siyaset yapmak tüm muhalefetin ve toplumun ortak tepkisi ve çabası olmalı. Şimdi bu kararlara yeniden bakalım. BU POLİTİKALARIN AMACI NE? Bu politikaları yeni değil çok uzun süredir işlemde olan bir otoriter iktidar mantığının son tezahürleri olarak görmek gerekiyor. Koşullar zorlaştıkça akıl dışı görüntü de artabiliyor ve artacaktır. Eğer asgari standartlarda demokratik bir yönetim mantığına göre bakarsak bu kararlar akıl ve mantık dışı gözükebilir. Ama otoriter bir yönetim mantığına göre bakarsak bu kararlar akıl dışı değil. Toplumun çoğunluğunun çıkarları açısından akıl dışı olsa da, otoriter bir iktidarın çıkarları için olmayabilir Olmaya-bilir diyorum çünkü ne olacağı muhalefetin ve toplumun yapacaklarına da bağlı)[1]. Bu politikalar iktidarın zayıflamasıyla mı otoriter bir rejimin güçlenmesiyle mi sonuçlanacak, bunu toplumun ve muhalefet partilerinin yapacakları belirleyecek. OTORİTER YÖNETİMLER NASIL DÜŞÜNÜYOR, EKONOMİK KRİZLE DEĞİŞİR Mİ? Tabii, ekonomik krizler yönetimlerin düşme ihtimalini artırıyor. Bu kural sadece otoriter değil demokratik yönetimler için de geçerli.  Otoriter yönetimlerin çoğunun düşmesine de ekonomik krizlerin eşlik ettiği, kolaylaştırdığı (sebep olması değil, bu ayrı bir şey) doğru. Buna dair çok kanıt var. Ama son derece ağır sosyal ve ekonomik krizlere rağmen, hatta sayesinde (işte burada bir nedensellik, illiyet ilişkisi görmek mümkün) iktidarını sürdüren yüzlerce otoriter yönetim örneği de var. Buna dair de çok kanıt var. Çünkü: Ekonomik krizler/buhranlar sadece (kamuoyu desteği ve mali güç anlamında) iktidarları zayıflatmıyor. Aynı zamanda toplumları da bitkinleştiriyor ve direnç gücünü zayıflatıyorlar. Korku salıyorlar. Normal zamanda siyasal muhalefet edecek, tepki gösterecek vatandaşların gelecek kaygısı ve yabancılaşma duygularıyla siyasetten, ve imkânları varsa ülkeden “çıkış” eğilimini de güçlendiriyorlar. Yani toplumu ve muhalefeti de zayıflata-biliyorlar. Aynı zamanda bir azınlık grubu da olsa iktidar destekçilerini konsolide etme etkisi de var. (Artık çok güvenli olmasa da, ki bu da siperleri derinleştirme eğilimini güçlendirir) devlet korumasındaki limana sığınma ve zaten oradaysa ayrıcalıklarından mahrum kalmama eğilimini de güçlendirir. Demokratik yönetimler: seçimleri kazanacak halk rızasını ve desteğini korumak için, çoğunluk  yararına politikalar izler (eğer çoğulcu demokrasiyse bireyi ve azınlıkları da gözetir). Seçimli de olsa özünde otoriter yönetimler ise: iktidarda kalmalarına yetecek bir azınlığın yararını ve gerektiğinde zor kullanma ve siyasal ortamı antidemokratik yollardan (siyasallaştırılmış yargı ve medya hegemonyası gibi) manipüle etme gücünü gözetir. Bu yolla ülkenin çoğunluğunu yoksullaştıracak, dış ilişkilerde yalnızlaştırıp (bir yandan demokratik dünyada otoriter rejimle yönetilen ikinci sınıf ülke imajı kazanırken) kendi gibi otoriter iktidarlarca yönetilen müttefiklere yaklaştıran kararları da alabiliyorlar. Bu tür politikalar söz konusu toplumları bunaltıyor, kutuplaştırıyor, bitkin kılıyor, zayıflatabiliyor, hatta bazen karıştırabiliyor. Ama kendiliğinden iktidarı zayıflatmıyor. 2010’lu yılların başından beri söylemeye, anlatmaya çalışıyorum. İktidarın yönetme mantığı gittikçe bu bahsettiğim demokratik mantıktan otoriter mantığa evrildi. 2015 Haziran ve Kasım seçimleri arasında olanlar bunun en bariz tezahürlerinden biriydi. Ama çok önceden ortaya çıkmıştı. Kıssadan hisse demokratik ve otoriter yönetimler farklı akıllarla hareket ediyor. Rejim dediğimiz şey de tam da bu. Türkiye’de iktidar uzun zamandır otoriter rejim zihniyetiyle hareket ediyor ama toplum henüz bunu tamamen normalleştirmiş değil. Asla da normalleştirmemeli, yani otoriter bir rejimi yerleştirmemeli. İktidarın tüm yıldırıcı, bitkinleştirici politikalarına rağmen sandığa, siyasete ilgisini yitirmemesini; umudunu yitirmemesini; hâlâ normalleştirmeyenlerin otoriter yönetimi normalleştirmemiş olmasını Türkiye toplumunun demokratik direncinin en büyük sermayesi olarak görmek gerekir. (Ceberrut) devlet-toplum ayrımını ortadan kaldırmak vaadiyle gelen AKP iktidarı belki de Cumhuriyet tarihinin en keskin devlet-toplum ayrımlarından birini yarattı. ÇÖZÜM NE? Son politikaları sadece bir akıl dışılık ve iktidar kanadındaki çözülme ve “zayıflama” emareleri olarak okumak; ekonomik kriz derinleştikçe kendiliğinden iktidara desteğin azalmasını ve muhalefete desteğin artmasını beklemek; zamanın muhalefetin lehine işlediğini düşünmek; büyük ve tarihsel bir hata olur. Bu gelişmeler ancak muhalefetin ve toplumun kararlı ve bilinçli siyasetleri yoluyla otoriter iktidarın zayıflaması ve demokrasi geleceğinin ve umudunun güçlenmesiyle sonuçlanabilir. Muhalefetin ilk tepkileri otoriter mantığı anladığına işaret ediyor. Ama bu siyaset ancak ortak ve güçlü açıklamalarla etkili olur. Özet ifadeyle tek çözüm ve olası çıkış yolu: muhalefetin ve toplumun ortak ve hızla artan bir kararlılıkla seçimi ve gerçek bir siyasal değişim programını talep etmesi. Bu konuya yarın “Türkiye Venezuela Olur mu?” yazım ile, bu örnekten de yararlanmak yoluyla dediklerimi açarak devam edeceğim. --- [1] Türkiye’de siyasetin en önemli sorunlarından ve hedeflerinden biri edilgen ve seyirci siyaset anlayışını değiştirmek olmalı. Medya ve vatandaşlardan hep şu soruyla karşılaşıyorum: “şu şu olur mu olmaz mı?” Bu soru borsada ne olacağını tahmin etmeye çalışan (ama etkileme gücü olmayan) küçük yatrımcı mantığını yansıtıyor. Oysa bir cumhuriyette vatandaşlar siyasetin sadece arada sırada bir takım elitlere oy veren pasif izleyicisi değil, failidir. Her söylediğimiz ve yaptığımız sonuçları etkiliyor. Doğru soru “şunu yaparsak ne olur? Veya örneğin muhalefet partileri ve sivil toplum ne yaparsa ne olur?” olmalı. Bu konuya bir başka yazıda etraflıca dönmek istiyorum.