Türkiye, 1923’ten tam 100 yıl sonra, bugün, yine bir yıkımın içinde. Ekonomik, siyasi, toplumsal ve insani bir yıkımın tam ortasında! Memleketimizin ayağa kalkmaya, özgürleşmeye, kalkınmaya, refaha, doğayla bir bütün olduğunu unutmadan insana yakışır şekilde var olmaya ihtiyacı var.
İzmir’e 15 Mart günü
İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’ne katılmak üzere gittim. 1923’te gerçekleşen İzmir İktisat Kongresi ile aynı tarihte başlaması planlanmış olan kongre, deprem sebebiyle 15-21 Mart 2023 tarihlerine ertelenmişti.
Kongreye benim katkım, 16 Mart tarihinde, içinde bulunduğumuz aşırı küreselleşme olgusunu yeniden düşünmek üzerine bir konuşma yapmak ve 19 Mart’ta yaptığımız Yüksek İstişare Kurulu toplantısına katılmaktı. Onur duydum. Kongrenin bana katkısı ise ilk elden bu heyecana, umuda ve orada serpilen ortak akla tanık olmaktı. Kongrenin gerçekleşmesinde emeği geçen tüm paydaşlara buradan teşekkür ediyorum.
Hemen en baştan söylemeliyim; tarihi bir toplantı oldu. Aslında bu son bir hafta, sekiz aydır süren paydaş buluşmalarının, uzman buluşmalarının ve forumların son aşaması. İşçi, çiftçi, tüccar, sanayici ve esnaf temsilcileri, defalarca, ayrı ayrı buluşarak kendi sektörlerini etkileyen sorunları analiz etti, Türkiye ekonomisinin sorunlarını değerlendirdi ve çözüm önerileri sundular. Sayısı 180’i bulan kurum, 500’den fazla delege ve 200’ü aşkın uzmanın ortak aklını yansıtan sonuç bildirgeleri kaleme alındı. Bu bildirgeler, uzman grupların ve yüksek istişare grubunun süzgecinden geçti ve bugünlere gelindi.
Son bir hafta boyunca ise Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde çok sayıda akademisyen, düşünür, yazar, aktivist, siyasetçi, çiftçi, işçi, sanayici, esnaf ve tüccar geleceğin Türkiye’sinin inşasına ilişkin fikirlerini paylaştı.
Hâlkın kongreye katılımı yüksekti. Demografik dağılım dengeliydi. Genç, yaşlı, kadın, erkek ellerinde not defterleri, harıl harıl not tuttular, sunumların fotoğraflarını çektiler, pür dikkat dinlediler.
1923’te yapılan ilk kongredekine benzer bir ruh var.
Zira yine bir yıkım yaşanıyor ve 100 yıl sonra yine bir ayağa kalkma, özgürleşme, prangalardan kurtulma çabası var.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bundan 100 yıl önceki kongredeki
açılış söylevini bugünün sorunlarını düşünerek tekrar okumak lazım. Satır satır, dikkatle… Göreceksiniz ki, bugünkü kongrenin açılışında da neredeyse aynı şeyleri söyleyebilecek durumdayız.
1980’den beri dünyada hüküm süren, salt iktisadi etkinlik peşinde koşan ve sosyal adalet kavramını hiçe sayan bir anlayış var: Adı
neoliberalizm. Piyasaların serbest bırakılması ve devletin düzenleyici rolünün elinden alınmasıyla iktisadi etkinliğin ençoklaşacağına, böylece teknolojik gelişme ve uluslararası ekonomik bütünleşmenin önünün açılacağına ve bütün bunların da toplumun tüm bileşenlerinin refahını artacağına körü körüne inanan ve bu sihirli reçeteyi sorgulayanların ahmak olduğuna yüzde yüz emin olan kibirli bir iktisat tarikatı.
Reçete icabı, kontrolsüz bir şekilde serbestleşen mal, hizmet, doğrudan yabancı sermaye, fikir ve veri akımlarının dünya genelindeki bilançosuna bakınca ne görüyoruz?
Artı hesapta, üretici ve tüketicilerin daha büyük piyasalara erişimi, ürün çeşitliliğinde artış, hızla ilerleyen teknoloji, küresel boyutta yoksulluğun önemli ölçüde azalışı, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında gelir bakımından yakınsama var.
Ya eksi hesapta ne var? Ülke içi gelir dağılımlarında büyük bozulmalar, bunun getirdiği siyasi ve toplumsal kutuplaşma, demokratik değerlerde aşınma, bu sebeple ortaya çıkan yeni ve katmanlı jeoekonomik riskler, göç, derin yoksulluk, küresel değer zincirleri üzerinde aşırı bağımlılığın yarattığı kırılganlıklar, sürdürülemez üretim ve tüketim kalıplarının sonucu olarak çevreye verilen tahribat, iklim değişiminin afet risklerini artırması, ve daha niceleri…
1980’den bu yana dünya ekonomisi ile bütünleşme çabası giderek artan Türkiye de bunlardan nasibini aldı elbette. Mutlak geliri arttı, evet; ama dünya milli gelirinden aldığı pay artmadı. Yüksek hızlı trene, uçağa bindi, evet; ama ne tren yapabildi ne uçak. Markette avokado gördü, akıllı telefona kavuştu, evet; ama gırtlağa kadar borca battı.
Zengin daha zengin, yoksul temelli yoksul oldu. Kutuplaştı, kendi içinde ortak payda bulamaz oldu. Yetmez gibi karanlık birtakım güçlerin arka bahçesi hâline gelen Orta Doğu sahnesinde önemli bir aktör olayım derken 4 milyon Suriyeli sığınmacıyı topraklarında buldu. Derin yoksulluk, yoksunluk neymiş 100 yıl sonra tekrar şahit oldu.
Güzel ülkemizde 2011’den bu yana giderek artan bir siyasi buhran ortamı var. 2014 sonrası yaşanan meşruiyet krizi ile torbalara atılarak yapılan ve yerleşik hukuk çerçevesinin dışına taşan düzenlemeler var.
Kökleri 1950’lere dayansa da 1980’den beri artan oranda iç göçe tanıklık etti. Bereketli topraklarını terk edip şehre gitti; gıda güvenliği tehlikesi yaşamaya başladı. Tertemiz havasını acımadan kirletti; şimdi türlü hastalıkların pençesinde. Çağıl çağıl ırmaklarına kimyasal atık kattı; şimdi damacanadan su içiyor. Şehirleri camdan, betondan, asfalttan canavarlara dönüştürüp ısı adaları oluşturdu; başına ceviz kadar dolu yağıyor, yollarından seller akıyor, yönetenler camdan bakıyor.
Reçete icabı, serbestleştirilen finans kapital hareketlerinin, kamu düzenlemelerinden arındırılan finansal piyasaların, özelleştirilen kamu teşebbüslerinin dünya genelinde bilançosuna bakınca ne görüyoruz?
Artı hesapta sermaye sahiplerinin bölüşümden aldığı payın artışı, finansal piyasaların hızlı ve etkin işleyişi, hantal kamu teşebbüslerinin atik özel teşebbüslere dönüşümü var.
Ya eksi hesapta ne var? Emeğin pastadan aldığı payın giderek küçüldüğü bir dünya var. Milyarderlerin yücel(til)diği bir çağ var. İnsan doğasının açgözlülüğünü hesaba katmadan piyasalara açık çek veren neoliberal zihniyetin Büyük Buhrandan beri çarptığı en sert kaya, yani 2008 Küresel Mali Krizi var. 1990’dan bu yana küresel gelirin kat be kat üzerinde artan uluslararası ticaret ve yatırımların, finansman zorlukları sebebiyle, cam bir tavana çarpışı var.
1990’dan bu yana Türkiye de bunlardan nasibini aldı elbette. 1989’da sermaye hesabının prematüre serbestleştirilmesi ile başlayan banka hortumlamaları, “kurtarıcımız” IMF olmasa heba olup gideceğimiz krizler ve bir koalisyon hükûmetleri kumkuması olan 1990’larımız var. 2001’de gelen nur topu gibi Mali Krizimiz var. Yerine daha iyisini koyamadığımız, yok pahasına satılan cumhuriyet kurumlarımız var.
Özelleşen eğitim var. Siyah önlüğü giyip aynı okula gidebilen varlıklı ve yoksul aile çocukları yerine özel-devlet okulu ayrımında fırsat eşitliği elinden alınan çocuklarımız var. Mantar gibi ülkenin her köşesinden fırlayan, “dünya kalitesinde” üniversitelerimiz ve mesleki eğitim alsa daha müreffeh yaşayabilecekken üniversite mezunu olmanın şart olduğu aklına sokulan, işsiz ev gençleri ordumuz var. İş gücüne katılımı sadece yüzde 30 olan, mecliste ve yönetici kademelerinde eser miktarda yer alan kadınlarımız var. Var oğlu var!
Bir de bunların üzerine güzel ülkemizde 2011’den bu yana giderek artan bir siyasi buhran ortamı var. 2014 sonrası yaşanan meşruiyet krizi ile torbalara atılarak yapılan ve yerleşik hukuk çerçevesinin dışına taşan düzenlemeler var. Eğer böyle başarı sağlanamazsa, çoğunluğun tahakkümü ile oyunun kurallarının bir çırpıda değiştirilip istenen sonucun elde edilmesi var. 2018 yılından itibaren, otoriterleşme yönünde eğilimlerin ivmelenerek görünürlük kazanışının doğrudan bir sonucu olan bir parti devleti var.
Aynılaşmış bir devlet ve hükûmet, istenen zamanda ve istenen biçimde gerçekleştirilen politika değişiklikleri var. Betona tapma, inşaatla büyüme, prematüre sanayisizleşme var.
Sonu gelmeyecek gibi büyüyen, plansız programsız, rant kaynağı kırılgan kentler var. Zümrüt gibi dağlarımızda asırlık ağaçların yerine yüksek binalar var. Dere yataklarında, tarım alanlarında baktıkça daha da çirkinleşen apartmanlar yığınları var. Ege’nin en şahane sırtlarında yara gibi duran oteller var. Betona tapma, inşaatla büyüme, prematüre sanayisizleşme var.
Peki ne yok? Hukukun üstünlüğü yok. Korkmadan söz söyleme, yazı yazma, toplanma hürriyeti yok. Özgür basın yok. Bağımsız kurumlar yok. Toplumsal cinsiyet eşitliği yok. Adalet ve liyakat yok. İşte bu sebeplerle, afetin felaket hâline geldiği, savaştan beter bir görünüm arz eden 11 ilimiz var. Bütün heybeti ve kırılganlığı ile depremi hazırlıksız bekleyen kalbimiz, İstanbul’umuz var.
Türkiye, 1923’ten tam 100 yıl sonra, bugün, yine bir yıkımın içinde. Ekonomik, siyasi, toplumsal ve insani bir yıkımın tam ortasında!
Memleketimizin ayağa kalkmaya, özgürleşmeye, kalkınmaya, refaha, doğayla bir bütün olduğunu unutmadan insana yakışır şekilde var olmaya ihtiyacı var.
İşte bu sebeple ruh, aynı ruh! İşte bu sebeple İkinci Yüzyılın Kongresi için doğru zaman!