Kılıçdaroğlu’nun amacı, sıcak gündemin kamuoyunda Putin ve oligarkları konusunda oluşturduğu, muhtemelen olumsuz algının etkisinden yararlanarak, “Beşli Çete” olarak adlandırılan iş insanlarını bu algıya ortak etmek olabilir. Geçen hafta sonunda CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, artık rutin hale gelen sosyal medya üzerinden vatandaşla buluşmalarının sonuncusunda, kamuoyunda “Beşli Çete” olarak bilinen iş adamları ile onların yakın çevresinde kümelenmiş çıkar gruplarını hedef aldı. Sanırım Kılıçdaroğlu’nun amacı, çok uzun zamandır Putin’in Rusya’da oluşturduğu otoriter rejimindeki ekonomik güç odaklarını oluşturan oligarklar ile bu “Beşlinin” benzerliklerine kamuoyunun dikkatini çekmekti. En azından ben böyle anladım. Öyle ya, Rusya’da 1990’ların başından beri imli imlik oluşturulan bir otoriter rejimin en önemli payandasının yoktan oluşturulan büyük sermaye grupları olduğu herkesin dikkatini çekmekteydi.  Öte yandan burada da benzer bir rejimi oluşturmaya meyleden kesimler, Türkiye’nin 100 yıllık kalkınma deneyimiyle elde ettiği kazanımlarını kolayca terk etmeye razı bir şekilde böyle bir rejime ülke içinde destek olacak güçte ekonomik çıkar grupları yaratma niyetindedir. Kılıçdaroğlu konuşmasına bahsi geçen sermaye gruplarına yönelik eleştirilerini daha önce de yapmış ve ilgili iş adamlarının devletle girdikleri “” ilişkilerinin kapsamına ve niteliğine kamuoyunun dikkatini çekmişti. Ancak bu kez farkı yaratan, konuşmanın tam da Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından, Batılı devletlerin Rusya’ya ve Putin iktidarının ekonomik destekçisi olan oligarkların ülke dışındaki servetlerine yönelik ambargo uygulamaya karar vermesinin ardından gelmiş olmasıdır. Sanırım Kılıçdaroğlu’nun bu konuşmadaki amacı, sıcak gündemin kamuoyunda Putin ve oligarkları konusunda oluşturduğu, muhtemelen olumsuz algının etkisinden yararlanarak, “Beşli Çete” olarak adlandırılan iş insanlarını bu algıya ortak etmek olabilir. Bunlar da Rus oligarklar gibi, kendilerinin ve dar çevrelerindekilerin çıkarları için yaşayan, elde ettikleri imtiyazların devamı için iktidarla işbirliği yapan, ayrıca gerektiğinde bu iktidar ile ekonomik alış-verişe girmekten tereddüt etmeyen bir grup iş insanlarıdır. Böylece Rusya ve Türkiye’deki rejimlerin otoriterliğinin ekonomik kaynağını bu iş adamlarının oluşturduğu fikrine kamuoyunun dikkatini çekmektir. Kanımca kurulmaya çalışılan benzerlik doğru. Ancak bu iki ülkede otoriterliğe gidişin temelleri, sürecin seyri farklılıklar içermektedir. Büyük ölçüde, bu da birbirinden farklı evrim süreci gösteren bu deneyimlerin gelecekteki başarı şanslarını belirleyecektir. Aslında devletin güçlü ve ekonomideki ağırlığının fazla olduğu ülkelerde devlet ile sermaye grupları arasındaki sıkı ilişkilerin olması, bazen de bu ilişkilerde birtakım “ahlaki” sınırların aşılması pekâlâ mümkündür. Bu durum 1950 sonrasında ülkemizde de yaşanmış; özellikle sanayileşme sürecinin başladığı dönemlerde “emek-sermaye” ekseninde ciddi tartışmalara konu olmuştur. Ancak çok eleştirsek de, ülkemizdeki ağır aksak demokrasi tecrübesiyle bile, sahip olduğumuz siyasi yapı iktidarların el değiştirmesine imkân sağlamıştır. Kalkınma sürecinin özel sektör eliyle sermaye birikimine öncelik vermesi ve bu birikimin sağlanabileceği şekilde ekonominin kurumsallaşmasının önünün açılması amaçlanmıştır.
Sanırım Sayın Kılıçdaroğlu’nun medyanın büyük ölçüde iktidarın kontrolünde olduğu bugünün Türkiye’sinde yaptığı konuşma böyle bir kurumsal tepkinin ürünü olarak düşünülebilir.
Bunlara ek olarak geçmiş iktidarların istikrarlı bir şekilde Batıyı ve Batı kurumlarını referans alan bir gelişime politikası tercih etmesi, 1980’lerin ikinci yarısından sonra hızlanan AB üyelik süreci ekonomik ve siyasi kurumsallaşmamızın düzeyini arttırmış, niteliğini geliştirmiştir. Tabi tüm acı tecrübelerimize rağmen, yaşadığımız ekonomik krizlerin zorlamasıyla yapılan reformların katkılarını da bu kapsamda unutmak doğru olmayacaktır. AKP’nin iktidara geldiği 2000’lerin başında ülkemizin ekonomide ve siyasi yapıdaki kurumsallaşma düzeyi bizi AB üyeliğine neredeyse hazır hale getirirken, piyasa ve piyasa kurumlarının gelişimi bakımından da küçümsenmeyecek bir gelişme düzeyine ulaşılmıştı. Elbette Batı tarzı devlet kurumlarının inşasının başlangıcını Osmanlının reform hareketlerinin başladığı 18. Yüzyıla kadar götürmek mümkün. Ancak ekonomik kalkınmanın hız kazanması ve Batı tarzı bir piyasa ekonomisinin kurallarına göre işleyen bir ekonominin oluşturulması II. Dünya Savaşı sonrası başlayan bir gayretin ürünüdür. Bugün tüm yıpranmışlığıyla, hala bu kurumsal yapımızın mevcut iktidarın, bazen mantık dışı uygulamalarına direnen cılız tepkilerini görülebilmekteyiz. Sanırım Sayın Kılıçdaroğlu’nun medyanın büyük ölçüde iktidarın kontrolünde olduğu bugünün Türkiye’sinde yaptığı konuşma böyle bir kurumsal tepkinin ürünü olarak düşünülebilir. Muhalefet serbest piyasa ekonomisinin benimsemiş liberal demokratik bir ülkede muhalefet kurumlarının bu şekilde açıklamaları ve uygulamalara gösterebileceği direnç beklenen bir durumdur. Yetmiş yılı aşkın bir dönemde geliştirdiğimiz kurumlarımızı yok edilmeye çalışılsa da, ekonomi ve piyasa kurumlarının etkinliği bir noktadan sonra hala hissedilmektedir.  Uygulamada yapılan yanlışlıkların ve liyakatsızlıkların cezalandırılması piyasa kurumlarının gösterdikleri tepkilerle görünür olmaktadır. Örneğin son yıllarda iktidarın “faiz sebep, enflasyon neticedir” şeklinde özetlenecek ekonomik görüşleri dâhilinde yapılan uygulamalar, çokça eleştirdiğimiz 32 numaralı kararname ile sisteme sokulan yabancı sermayenin ülkeden çıkmasıyla sonuçlanabilmektedir.
Kurumsallaşmaların ülkelerin tercih ettiği refah yaratma modeline uygun şekilde olmazı önemlidir. Aksi durumda üretilen refahtan toplumun tamamının yararlanmasını sağlamak mümkün olmayabilir.
Kurumsallaşma ülkelerin tercih ettikleri siyasi ve toplumsal düzenin türevi olarak gerçekleşir. Ekonomide refahın nasıl bir sistemle üretileceğine bağlı olarak da şekillenir. Bu sistem piyasa ekonomisi ise, kurumsallaşma öncelikle piyasaların oluşturulmasını ve onun etrafında örgütlenecek kesimlerin geliştirilmesini gerekli kılar. Elbette “kurumsallaşma” sadece piyasa ekonomileri için geçerli olan bir şey değildir. Eğer ülkenin değer yaratma sistemi “sosyalist” bir modele dayanıyorsa, kurumsallaşma da o modele işlerlik kazandıracak şekilde kesimlerin oluşmasını ve onlar etrafında bu sisteme uygun toplumsal bir örgütlenmenin oluşmasını zaruri kılar. Tercih edilen sistem hangisi olursa olsun, neticede amaç refah üretimidir. Bu sistemlerin örgütlenmesi ve bu örgütlenmede görev alan kesimlerin işlevlerini etkin bir şekilde yerine getirebilmeleri o sistemlerin performansını belirleyecektir. Kurumsallaşmaların ülkelerin tercih ettiği refah yaratma modeline uygun şekilde olmazı önemlidir. Aksi durumda üretilen refahtan toplumun tamamının yararlanmasını sağlamak mümkün olmayabilir. Zaman zaman ülkeler tercih ettikleri refah yaratma modellerini ve buna bağlı ekonomik sistemlerini değiştirebilirler. Dolayısıyla bu değişim sonucunda önceki sitemin kurumları tasfiye edilirken, yeni sistemin kurumları oluşturulmaya çalışılır. Örneğin SSCB’nin yılışı ile sosyalizm ve merkezi planlama sisteminden vaz geçen Rusya’nın, daha sonra serbest piyasa ekonomisine yönelmesi bu tarz bir dönüşüm ihtiyacını doğurmuştur. Son yıllarda Çin’de gördüğümüz dönüşümü de bu kapsamda değerlendirebilmek mümkündür. Rusya serbest piyasa sistemine geçmeye çalışırken, bu sistemler uyumlu kurumların oluşumu ve gelişimi konusunda yeterli başarıya gösterememiştir. Zira bu yönde gösterilecek başarının bir noktadan sonra ülkenin siyasi örgütlenme şeklini de etkilemesi kaçınılmazdır. Özellikle Rusya’nın 1991 sonrasında yaşadığı deneyimler göz önüne alınırsa, tüm kurumlarıyla gelişkin bir serbest piyasa ekonomisine dayalı, liberal demokratik bir sistemin oluşmasının istenmediği anlaşılıyor. Siyasi yapının niteliği konusunda yapılan bu tercih ister istemez piyasa kurumlarının gelişme süreci üzerinde de etkili olmakta ve bu kurumların arzu edildiği şekilde gelişimini engellemektedir.
Son zamanlarda bizde de benzer amaçlarla, benzer eğilimler görülmektedir. Otoriter bir rejimin siyasi olarak dayanağı olan popülist politikaları izlemesi ancak ve ancak sermaye üzerinde kuracağı mutlak kontrole bağlıdır.
Rusya’da bugün tartışmalara ve Batılı devletlerin yaptırımlarına konu olan oligarşik yapının oluşmasının nedeni de budur.  Sosyalizmden serbest piyasa ekonomisine geçme sürecinde, kanımca bilinçli olarak yapılan müdahalelerle kaynakların belli özel ellerde birikimi sağlanarak, SSCB’den kalma alışkanlıkla sermayenin daha kontrol edilebilmesi arzulanmış ve oligarkların oluşumuna bilinçli olarak izin verilmiştir. Böylece ekonomik kaynakların (bununla beraber sermayenin), farklı siyasi ve ekonomik motivasyonlara sahip, birbirlerinden bağımsız çok sayıda ve kontrolü zor ellerde toplanmasının önüne geçilmiştir. Bu şekilde inşa edilen otoriter rejimin sermaye üzerindeki kontrolü de sağlanmış olmaktadır. Son zamanlarda bizde de benzer amaçlarla, benzer eğilimler görülmektedir. Otoriter bir rejimin siyasi olarak dayanağı olan popülist politikaları izlemesi ancak ve ancak sermaye üzerinde kuracağı mutlak kontrole bağlıdır. Bugün Kılıçdaroğlu’nun eleştirdiği “Beşli Çetenin” bizdeki rejimdeki işlevi de budur. Ancak Rusya ve Türkiye’deki uygulamaların neticeleri aynı olsa da, evrimleri farklıdır. İlkinde otoriterleşme süreci, sosyalizmden piyasa ekonomisine geçişte, sürece müdahale etmek ve geçmişte sosyalist bürokrasinin kontrolünde olan sermaye üzerindeki denetimini tamimiyle piyasa gibi “soyut” bir mekanizmaya bırakmaya niyetin olmamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bizde ise, zaten gelişmiş piyasa kurumlarının varlığına rağmen, tüm bu kurumları birer birer tahrip etmek için hali hazırda çok sayıda farklı ellerde toplanmış ve merkezi olarak kontrol edilmesi de son derecede güç olan sermayeyi az sayıda elde toplama gayretidir. Oyun son derecede büyük ama bir o kadar da riskli bir oyundur. Buradaki risk, sermayenin mülkiyet yapısına yapılacak kamu müdahalelerin, ülkenin ekonomik performans üzerinde yapacağı olumsuz etkilerden kaynaklanmaktadır. Türkiye’deki iktidar açısından sermaye üzerinde kontrol sağlanamadığı sürece siyasi olarak otoriter bir rejimin inşası da zorlaşmakta veya maliyeti artmaktadır. Ancak Türkiye’nin, Rusya ve birtakım Orta Doğu ülkeleri gibi, böyle bir maliyeti karşılayacak ekonomik kaynakları yoktur. O yüzden iktidarın kamuoyunda yaratacağı “siyasi rıza” oranını arttırmaya ve bu şekilde oluşacak maliyetleri de vatandaşa yüklemeye ihtiyacı vardır. Bu mümkün müdür? Cevabı size bırakıyorum.