Tüm bu koşullardan hareketle, dünya için sorumluluk almanın artık bir inisiyatif değil bir zorunluluk meselesi haline geldiğini görüyoruz. Yeni kapitalizm, belki de ilk defa ayak seslerini bu kadar net bir biçimde duyuruyor. Avrupa Birliği evrensel sorunlara çözüm geliştirme konusunda dünyanın geri kalanına kıyasla her zaman bir adım önde olmuştur. Yerleşik demokrasi ve bilinçli seçmenin ön ayak olduğu bu öncü rol, kendini dünyanın geleceğine ilişkin sorunlarda da gösteriyor. Çok önemli bir bilişsel sorun olan “kısa vade odaklılık” nedeniyle henüz pek çok ülke ve kurum, toplumsal ve çevresel sürdürülebilirlik konularına kafa yormuyor. Yıllardır yürüttüğüm sürdürülebilirlik çalışmaları dolayısıyla bu sorunların henüz iş insanlarımızın gündeminde olmaktan çok uzak olduğunu üzülerek görüyorum. Öte yandan dünyadaki gelişmeler, sadece küresel ve büyük boyutlu şirketlerin radarına girebilmiş olan çevresel sürdürülebilirlik konularına eğilmememiz durumunda, Türk ihracatçısının rekabet gücüne büyük bir darbe vurulacağını gösteriyor. Konu artık bir iyi niyet ve gönüllülük meselesi olmaktan çıktı ve bir zorunluluğa dönüştü. Avrupa Birliği, 2019 yılında Avrupa Yeşil Mutabakatı (European Green Deal) başlığıyla bir strateji ortaya koydu. Bu stratejiye göre AB, büyüme stratejilerini toplum sağlığı ve doğanın korunması hedefleriyle uyumlu hale getiriyor. Bir önceki yazımda bahsettiğim ekonomik büyüme ile insani kalkınmanın birlikte ilerlemediği gerçeğini, bu iki hedefin birlikte yürüyebilmesi için insanı ve doğayı gözeten yeni bir ekonomik büyüme modeli geliştirmeye mecbur olduğumuzu ifade ediyor. AB’nin amacı 2050 yılına kadar karbon-nötr bir kıta haline gelmek. Bu amaç doğrultusunda atılan en somut adım 2021 yılında yürürlüğe giren AB İklim Yasası oldu. Bu yasa gereğince karbon emisyonlarının 2030 yılına kadar %50-55 oranında düşürülmesi hedefleniyor. Ayrıca bu yasayla birlikte Avrupa Yeşil Mutabakatı'nın 2050 yılına kadar karbon-nötr olma taahhüdü bağlayıcı bir yükümlülüğe de dönüşüyor. İklim Yasası, başta vergilendirme olmak üzere tarım, sanayi, altyapı ve enerji politikalarının yeniden düzenlenmesine neden oldu. Bu doğrultuda şirketlere düşen ödevler netleştirildi. Ayrıca bu dönüşümde yer alacak olan tüm aktörleri desteklemek üzere Sürdürülebilir Avrupa Yatırım Planı devreye alındı. Bu plan kapsamında YatırımAB (InvestEU) Fonu ve benzeri finansman mekanizmaları aracılığıyla kamu yatırımları harekete geçirilecek ve alana en az 1 trilyon euro tutarında yatırım yapılacak. Yeşil Mutabakat Hangi Zorunlulukları Beraberinde Getiriyor? Yeşil Mutabakat tüm sektörleri kapsayan bir plan; ancak karbon emisyonlarına özellikle katkıda bulunan ulaşım, tarım, enerji ve inşaat gibi sektörleri öncelikli hedef haline getiriyor. AB pazarında faaliyette bulunan şirketlerin Yeşil Mutabakat çerçevesinde hareket etmeleri, uygulanacak yaptırımlar nedeniyle bir zorunluluk haline geliyor. Zira mutabakat kapsamındaki aksiyonların alınmaması durumunda şirketlerin vergi yükünde meydana gelecek artış, rekabet şanslarını yitirmelerine neden olacak. Daha önce sadece bir itibar unsuru olarak görülen “sorumlu üretim” artık şirketlerin rekabetçi güçlerini ve dolayısıyla pazardaki varlıklarını koruyabilmeleri açısından bir zorunluluk. Bu uygulamaların tek başına yürütülmesi mümkün olmadığı için AB, dış ticaret ve uluslararası yatırım ve finansman politikalarında değişikliğe gidiyor. Bu değişikliklerin hayata geçirilmesiyle birlikte AB ile yüksek ticaret hacmine sahip olan Türkiye gibi ülkeler de ciddi şekilde etkilenecek. Söz konusu uygulamalardan ilki, onaylanmak üzere meclisimize getirilecek olan Paris Anlaşması ile ilgili. Türkiye, dünyada Paris Anlaşması’nı onaylamayan son 6 ülkeden biri idi. Geçtiğimiz haftalarda yapılan açıklama doğrultusunda biz de artık anlaşmayı onaylayan ve taahhütte bulunan ülkelerden biri haline geleceğiz. Aslında bu, mecburi olarak uygulamaya almak durumunda olduğumuz bir anlaşma. Zira Yeşil Mutabakata göre AB bundan sonra yapacağı serbest ticaret anlaşmalarında Paris Anlaşması’nın ilgili ülke tarafından onaylanmış ve etkin bir şekilde uygulanmaya başlanmış olmasını şart koşuyor. Hali hazırda anlaşmayı onaylamış olan ülkelerin dahi aktif bir şekilde uygulamaya ve taahhütleri yerine getirmeye başlamamış olduklarını düşünürsek, bu konunun bir problem alanı olarak gündemde kalacağını söyleyebiliriz. Yeşil Mutabakat ile birlikte yürürlüğe alınacak olan ve en çok tartışmaya sebep olan uygulama ise şüphesiz Sınırda Karbon Düzenlemesi. AB, üye ülkeleri içindeki üreticilere karbon nötr üretim yapmaları için ciddi yükümlülükler getiriyor. Avrupa Birliği Emisyon Ticareti Sistemi, üretimde ortaya çıkan karbonu fiyatlayarak, ilgili maliyetleri üretim işletmelerine yüklüyor. Ancak böyle bir durumda bu yükümlülüklere ve maliyetlere tabi olmayan AB dışı üreticiler, AB üreticilerine kıyasla önemli bir maliyet ve rekabet avantajı sağlamış oluyorlar. Bu tablonun doğal bir sonucu olarak AB işletmeleri, maliyetlerini düşürmek amacıyla karbon yükü ağır olan ürünleri AB dışı ülkelerden ithal etmeye yönelecekler. Bu durumda da AB ülkelerinin karbon emisyonlarına katkısı azalmak yerine artmış olacak. “Karbon sızıntısı” olarak adlandırılan bu sorun, küresel emisyon artışına da katkıda bulunacak. İşte bu noktada devreye Sınırda Karbon Düzenlemesi giriyor. Bu düzenlemenin uygulanışına ilişkin şimdilik iki alternatif var.  İlki, “sınırda karbon vergisi” uygulamasıyla ithal edilen ürünün karbon yüküne göre o ürüne ek vergiler uygulanması. Ancak bu durum ikili ticaret anlaşmaları ve Dünya Ticaret Örgütü kurallarına aykırı hususlar içeriyor; dolayısıyla uygulamanın yasal olarak nasıl kurgulanacağı henüz belirsizliğini koruyor. İkinci alternatif ise ithalatçı firmaların Emisyon Ticaret Sistemi’ne dahil edilmesi ve kendilerine belirlenen limitler dahilinde ürünlerin pazara girişi için “karbon emisyonu bileti” alması. Bu sayede AB içinde üretim yapan şirketlerle ithalat yapan şirketlerin rekabetçilik anlamında aynı düzleme getirilmesi sağlanabiliyor. Her iki yöntemde de teknik detayların nasıl çözüleceği henüz net değil. Ancak hangi yol izlenirse izlensin, bu kurallar yeşil üretim yapmayan üreticiler ve ihracatçılar için ciddi maliyet ve rekabetçilik sorunları yaratacak. Türkiye’nin dış ticaretinin yaklaşık yarısının AB ülkeleriyle olduğunu düşünürsek bu durumun ihracatçılar ve ekonomi üzerindeki etkisini öngörmek de zor olmayacaktır. Tüm bu koşullardan hareketle, dünya için sorumluluk almanın artık bir inisiyatif değil bir zorunluluk meselesi haline geldiğini görüyoruz. Yeni kapitalizm, belki de ilk defa ayak seslerini bu kadar net bir biçimde duyuruyor.